Bulanık Bilim Felsefesi - 1

Zekai ŞEN

Özet

Bilimsel çıkarımlar, incelenen bir olayın mantık önermelerinin öncül kısımlarındaki koşullara bağlıdır. Önermeler, sözel (kelime ve cümle) veriler olduklarından başlangıçta felsefi olarak üstü kapalı, bulanık belirsizlikler içerebilir. Bilimsel bilgiler akılcı bir şekilde tecrübe (ampirik) veya uzmanlık olarak arttkça, önermelerin geçerlilik derecelerinin bulanıklıklığı azalarak artar. Şimdiye kadar olan bilim felsefesi konularında bilimsel önermelerin ya tamamen doğru oldukları ya da bunların belirli yüzdeler (ihtimal, olasılık) ile geçerli olduğu varsayılırdı. Bilimsel önermelere nesnel (objektif) ihtimallerin atanması oldukça zor bir iştir ve bu konuda literatürde tecrübeleri (uzmanlığı) işin içine katan subjektif yöntemler (Bayes) ileriye sürülmüştür. Bilimsel belirginliğin veya ihtimalli durumların savunucuları ve karşı görüşte olanların ayrıntılı sunumunu yaptıktan sonra, sonuçta bulanık düşünme ve mantık konularına değinilerek, her düşünce ürününün belirli derecelerde geçerli olabileceği üzerinde durulmuştur.

GİRİŞ

Bilim, felsefenin ne olduğunu açıklamaya alışırken karşılaşılan ilk sorun, felsefenin çok karmaşıklık ve belirsizlikler içermesidir (McMullin, 1987). Bunun doğrudan bir sonucu olarak bilimin ne derece nesnel (objekti) olduğunu anlamaya çalışırken kökenlerindeki felsefenin tamamen gelişi güzellik, karmaşıklık, bir dereceye kadar anlaşılmazlık, belirsizlik ve bulanıklık içerdiğinin de sorgulanması gerekir. Bilimin dayandığı felsefenin bulanık olmasına karşılık bilimsel gelişmenin nasıl olduğunu da sorgulamalıyız. Bizim üniversitelerimizde bilim, nerede ise bir tabu gibi eleştiilemez; dokunulmazlığı olan dogmati kalıplarla öğretimesinin sebepleri acaba nelerdir diye de düşünmek gereklidir. Genellikle fazla sorgulamayan ve eleştimeyen kişiler ve düşünürler bilimi sanki dünyanın tekliğine doğru hareket ettin bir olgu olarak algılayabilirler; ama gerçekte fotoğraf tamamen farklı ve bambaşkadır. Özellikle, doğruluğunun olduğuna inanılan birçok bilimsel kuramın (teorinin) daha sonra yanlış veya oldukça geçersiz olduğu anlaşılmıştı. Bunların yanlışlanması veya doğrulanması hakkında çok kapsamlı tartı­ malar yapılmıştı. Bu arada bilimle uğraşanların, bir olgunun bilimsel olup olmadığının sınır ayıracı hakkında karar verebilmelerinin pek kolay olmadığının farkına varılmıştı. Bizim ülkemizde nerede ise bilim sorgulanamaz ve öğrenci, öğretiisinin bilgi aktarımlarını eleştiemez. Çünkü bilimsel önermeler hep doğrudur ve bilim zaten doğrulamanın bir yoludur. Bunun sonucunda, ancak doğrulanabilen olgular bilimseldir diye bir sonuca varılır.

Bu tür bir düşünüşte olan toplumda, akademik ûnvanlıların sayısı bol miktarda artar ve sonuçta o toplumda bilimin ölçütü sanki ünvanlıların bilim adamı olarak eşleştiilmesi ile bilimsel olguların bulunduğu var sayılan bilim dışı bir çıkarıma varılabilir. Bilimsellik ve akademik ünvanlılığın ayrı kulvarlar olabileceği ünvanlılar tarafıdan söylenmez.

Bir bilimsel olguya asla bilim felsefesinin bilinçsiz veya bilinç altıda kullanılmaması ile varılamaz; mutlaka bilimde felsefenin köken rolü oynadığını anlamak gerekir. Çünkü felsefe tam bağımsız özgür düşünce demekti. Bu tür düşüncelerin bulunmadığı bir toplumda bilimin gelişmesinden söz edilemez. Onlara bilim yapan başka topluluklardan ruhsuz, verimsiz ve donuk nakillerin gelmesi söz konusudur. Bu tür nakilcilik de o toplumun değil bugününü, geleceğini bile daha fazla tehlikeye sokar. Bugün birçok akademisyen bilim felsefesi yapmadan uluslararası makaleler bile yayınlayarak akademik derecelere ulaşabilmektedir. Ancak bilim felsefesinden hakkı ile farkında olanlar yenilikçi eserler verebilir; ama aksi takdirde yapılan yayınlar bilinenlerin uygulamasından başka birşey değildir. Tam ve özgür bilimsel felsefi düşünce, eldeki soruna kalıplaşmış bir çözüm değil, birbirine seçenek (alternatif) olabilecek bir demet (senaryo) çözümleri ortaya çıkarır. Bu demettki seçeneklerin geçerli olanlarını ise mantı ayıklayarak faydalı çıkarımlara ulaş­tırır.

Bugünkü keskin mantı (Aristo mantıgı, ikili, siyah­beyaz) yerine doğu felsefesi düşüncesinden çıkan bulanık mantık (çoklu, gri) gelecekteki bilim ve teknolojik gelişmelerde geçmişte oynadığı rolden daha fazlasını oynayacaktı. Eğiti sistemimizin her aşamasında var olan ikili mantı, aslında “ortanın dışlanması” mantıgıdır. Burada uçlar rol oynar. Halbuki, Hz. Muhammed S.A.V.’nin bir hadisinde “yapılan işlerin en hayırlısı ortada olanıdır” denilmektedir. Bugün bulanık mantıın kökeninde bu düşünce bulunmaktadır. Ortadaki olan olayların incelenmesi ile uçlara da ulaşmak mümkündür; ama uçlara saplanmış bir düşünce sisteminden kurtulmak pek kolay değildir ve insana bırakın ortayı, diğer ucu bile göstermeyebilir. Birçok olayın sağduyu ile incelenmesine başlanmasında, kapalı da olsa bir tecrübe ve uzmanlık ile felsefi düşünce de işin içine girer. Ancak, her insanda değişik derecelerde bulunan sağduyu her zaman güvenilir değildir. Birbirinden farklı düşünenler bile sağduyu sayesinde bir şemsiyenin altıda düşüncelerini toplayabilirler.

Bu durum bulanık mantı düşüncesinin ilk belirtieridir. Çünkü düşüncelerde kesinlik değil belirli ölçülerde farklılıklar vardır; ama yine de katıımcıların ortak karar verebilmeleri mümkündür. Bilim felsefecileri genel geçerliliği olan bilimsel özelliklerin araştıılmasını bilgi üretii şeklinde yapmaya çalışır. Böylece doğanın her yönü ile incelenmesi, keşfedilmesi, geçerli yöntem ve usullerin araştıılması, gelişim desenlerinin ortaya konulması ve öne sürülen kuramların geçerliliğinin doğrulanması veya yanlışlanmasına çalışılır.

Aslında felsefe çok bulanık olan kavramlardan örgün mantık çıkarımlarına kadar uzanan bir yelpazeye sahipti. Son zamanlara kadar, örgün mantık olarak bilimsel çalışmalarda hep iki değerli mantığı (Aristo, 0­1) esas alınmış ve nerede ise herkesin sanki beyinleri yıkanmışcasına tüm belirsizlikler kapı dışarı atılarak herşeyin sadece “doğru” ve “yanlış” diye ikili çıkarımlarda bulunulması tabu haline gelmişti. Tüm bilimsel fikir, varsayım ve kuramlar öncelikle bu mantıa göre ölçütlendirilmiş ve sonrasında da sıradan bilim adamları ve çoğunlukla da akademisyenler, doğmatik inançlara vararak pek önemli olmayan bilimsel gelişmeler elde etmişlerdir.

Akademisyenlerin çoğunlukla bilim adamı olamamalarının önündeki en önemli engellerden birisi donuk ve ezbere yön verebilen ikili mantıga tamamen bağlı olmalarıdır. Bu kişiler şüpheli, eksik, tam olmayan ve belirsizlikler içeren olayları bile kendilerine uygun birtakım varsayım ve kabullerle önce belirginlik ve ikili mantık alanına soktuktan sonra, oradan tırpanlanmış belirgin ama gerçeği ancak ortalamada temsil edebilen çıkarımlarda bulunabilmişlerdir. Hiç bir bilimsel olgu tamamen belirgin ve doğru sayılamaz, çünkü bu durum kişiyi donukluk ve doğmatikliğe sürükleyebilir. Bilimsel gelişmelerin ve bilgi evrimlerinin kökeninde belirsizlik, müphemlik, eksiklik yani bulanıklıklar yatmaktadır. Genel olarak şüpheli, eksik, tam olmayan bilgilerin tümüne birden bir yazıda bulanık bilgi adı verilmişti (Zadeh, 1968). Burada bulanıklık ve bulanık mantık bilimsel gelişmelerin yolunu açan ve bir olgunun bilimsellik derecesini belirleyen bir yaklaşım olarak sunulmaktadır. Tüm bilimsel olay ve olgular bulanıklık içerir ve bunlardan bulanık çıkarımlar yapılır. İnsan düşüncesinde ikili mantık etkin olamaz; ama bilimselliğin ilk yolu basitçe bu mantıkla açıklanabilir. Genel çıkarımlara ulaşmak ve bilimin yeşermesini temin etmek için bulanık mantık ve ilkelerine akılcı felsefe temelinde yer verilmelidir.

BULANIK MANTIK

Alışılagelinmiş ikili mantık ile bulanık mantık arasındaki farkın ilk belirtierini kavrayabilmek için klasik mantıga bir çıkarımın doğru olanı 1, yanlış olanı da 0 ile temsil edilmektedir. Bunlardan 1 tam kesinliği, 0 ise tam imkansızlığı (tez ­antiez, tam zıtlıklar) gösterir. Bunun bir sonucu olarak doğru olan çıkarımlara 1 yanlışlara da 0 sayısı verilerek insan ile bilgisayar arasındaki iletişim, sayısal ortamda (bilgisayarın anladığı tek ortam) sağlanmış olur. Hâl böyle olunca 1 ile 0 arasında hiç bir şey anlam ifade etmez diye varsayılır. Bu nedenle bir olgunun “oldukça”, “biraz”, “fazlaca”, “aşağı yukarı”, “yaklaşık”, vb. doğru (veya yanlış) olduğunu savunmak mümkün olamamaktadır; yani orta durumlar dışlanmıştı. Buna göre öğreticileri tam bilgili ve tam bilgisiz diye, öğrencileri de tam algılayan ve tam algılamayan diye iki kesin sınıfa ayırmak gerekir ki; bu insan düşüncesinde bir hoşnutsuzluk ortaya çıkarır. Çünkü bunun böyle olmadığını herkes bilmektedir. Bu iki sınıf arasında derecelerin (0.0, 0.7, 0.00, vb.) olmasının gerekliliğini herkes sezer ve sorunsuzca birbirleri ile anlaşabilir. Bunu anlamayanlar asla bir hoşgörü (diyalog), paylaşım ve birbirlerine karşı sağlıklı bir güven duyamazlar.

İşte felsefe sonrası bulanık (doğal) mantık, bilimsel çıkarımların bile geçerliliğini bu ara değerlere göre tartar. Mantıkçı olgusalcılara (pozitivistlere) göre bir olgunun bilimsel olup olmamasının sınırları iki değerli (kesin) mantıkla belirlenir. Halbuki böyle bir durumda geriye bilimsel çıkarımların tartışılması için bir ortam bile bırakılmamaktadır (Poper,1952). İkili mantığa göre bilimsel çıkarımlar veya hatta günlük tartışmaların bile doğrunabilirlik ilkesi ile değerlendirilmesi gerekir. Halbuki bulanık mantık bilimsel çıkarımların bile yanlış­lanabilirliğine imkan vererek bilimin daha doğurtkan, üretken, verimli ve gelişebilirlik özelliklerine tam kapı açar (Şen, 2003)

Bilimdeki belirsizlikleri tartmak için her ne kadar bazı felsefeciler ve bilim adamları ihtimaller (olasılık) yöntemlerini kullanmayı önermişlerse de, bugüne kadar maalesef “bilimin bulanık felsefesi” hakkında fazlaca söz eden bulunmamaktadır (Carnap,1987). Zaten bulanık mantık ilk ortaya atıldığında tümden batı kültürü tarafından dışlanmıştı. Bulanık mantık uygulamalarının Japonya, Malezya, Kore, Hindistan, vb. doğu ülkelerinde akıllı cihazların ortaya çıkarılmasında kullanılması Batı dünyasının dikkatini çekmiş ve bulanık mantık konuları ele alınır hale gelmişti.

1 - 2 - 3

Bulanık Bilim Felsefesi - 2

Burada bilimsel ayıracın yanlışlanabilirlik ilkesine göre olmasında ve bilimsel gelişmelerin yolunun açılmasında bulanık mantık ve onun esasını teşkil eden felsefe konularının önemi üzerinde durulmuştur. Bilim adamları kendi iç dünyalarında asla nesnel (objekti) değillerdir; ama bizim ülkemizde maalesef bilim adamı denilenlerin nesnel olduklarına inanılır veya öyle şırınga edilir. Kendi içinde her bilim adamı bulanık düşünmelidir. Çünkü bu eleştirel düşüncenin anahtarıdır. Bulanıklık aslında bilimsel çalışmaların bir dinamosu olarak çıkarım makinasının üretken olmasını sağlar. Tüm bilimsel kural ve çıkarımların dengeli bir biçimde olabilmesi için bulanık çıkarım motorundan geçirilmesinde yararlar vardır. Bu sayede, bilimsel ortama girilerek klasik anlama ve bilgi dağıtım yollarından da kaçınılmış olunur. Doğru sayılan her bilimsel olgunun bulanıklaştıılarak tekrar gözden geçirilmesi ile aradaki ayrıntı ve inceliklerin yakalanılarak bilimsel gelişme daha sağlıklı olarak olgunlaştıılabilir; ama asla tam doğruya ulaşılamaz. Bulanık düşünce çıkarımları sonrasında belirli kabullerle çıkarımlar durulaştırılarak, yani bulanıklıkları giderilerek yine ikili mantık ortamına kolayca girilebilir (Şen, 2009).

Tüm bilimsel olgular ve çalışmalar belirsizlik içerir; ama nedense çoğunlukla yüksek tahsil yapmış olanlar ve özellikle de mühendisler bu belirsizliklerin sayısal olduğuna saplanmış olabilir. Halbuki, kelimelerde olan belirsizliklerden bilimsel bilgi üretkenliği, sayısal belirsizliklerden daha fazladır; çünkü sözel ifadelerin mantık altlıkları bulunur. Bilimsel çalışmalarda bilime bir din gibi inanarak onu donuklaştımak, akademik ünvanların yolunu kolayca açabilir; ama bir toplumun bilimsel gelişmesinin yollarını keser. Buna da bilim adamı denilen kişiler sebebiyet verebilir. Halbuki, hiç bir bilim adamı bilimsel çıkarımların kesin doğru olduğuna inanmamalı ve bunların sözel olarak eleştirilerek ikili uç değer mantığı ortamına değil; bulanık felsefe ve mantık ortamlarına sokularak eleştirilmesini ve daha iyi, ama yine de tam doğru olmayan sonuçlara varmayı hedeflemelidir.

TARİHİ BAKIŞ AÇISI

Büyük müslüman Türk düşünürü Farabi bundan bin yıl kadar önce bilimleri sınıflarken biri mutlak bilimler, diğeri de ihtmali (belirsizlik içeren) bilimler olmak üzere ikiye ayırmıştı. Bunlardan ihtimali (olasılıklı, olabilirlikli) olan sınıfa fizik, matematik, geometri ve mantık bilimlerini koymuştur. Kendisi tam Aristo’cu olan Farabi (ki ona dünyada ikinci üstat denir, birincisi ise Aristo’dur) ikili mantık ilkeleri ile bu bilimlerin tam özümlenemeyeceğini o zamandan sezebilmişti (Şen, 2001). Maalesef kendi topluluğu ve özellikle Türkiye’de bile bu görüşleri dışlanmış ve ancak müslümandır diye bir övünç kaynağı olarak kullanılmış olan Farabi’nin görüşleri bilimsel olarak incelenmemişti. Bugün onun belirttigi üzere bir zamanlar tam kesin olarak dogmalaştırılan fizik, kuantum (parçacık) fiziği; matematik, eğrisel (non­lineer) diferansiyel denklemler açısından kaotik(buhranlı); geometri, fraktal (kesirli) geometri ve mantık da bulanık mantık haline gelerek hepsi belirsizlik ilkeleri üzerinde kurgulanmıştı.

Doğal felsefe olayları için Newton, John Locke’ye göre daha az kısıtları olan bilimsel bilgiler kullanmıştı. Onun kavramlarında bilimde insanın ruhsal gücü ile (manevi güç, yürek gücü, maneviyat) uygulamalı belirginliğin, fizik ötesi (metafizik) ve mutlak doğruluktan daha geçerli olduğu görülmektedir. Bunun anlamı bilimsel bilgilerin doğası bakımından bulanık olduğudur. Onların bilimsel bilgilerden asıl belirsizliklerin bulunduğuna dair görüşleri farklıdır. Locke’ye göre bilimsel bilgilerde mutlak belirginlik vardır. Mutlak belirginliğin 1’den başka bir derecesi olamaz. Böylece bir tarafta bilimsel bilgi ile diğer tarafta yargı­lama (muhakeme) arasında olabilirlik bakımından bir fark olduğunu savunmuşlardır. Olabilirlik fikri de ancak müphem bilgilerde vardır. Bunun anlamı bilimsel önermelerin bulanık olması durumudur. Newton’a göre ise uygulamalı (pratik) belirginlik bir derecelendirme sorunudur ve bu olabilirliliğin kabulü aslında ihtimal (olasılık) derecelendirilmesidir. Bu nedenle Newton’un felsefesinde kesin bilimsel bilgilerle olabilirlik ilkesi arasında keskin bir ayrıcalık vardır. Kesin belirginlikle olabilirlik ilkesi bağdaşamaz.

Yukarıda belirtilen durumlardan sonra aracı olarak bulanık mantıktan yararlanmak gereklidir. Her ne olursa olsun, bazılarına göre bilimsel bilgi deneylerle kanıtlanmadıkça mutlak belirginlik kazanamamaktadır. Buna göre, mantık retorik (söz sanatlarını inceleyen bilgi dalı) ile desteklenmedikçe istenen ayrıcalık elde edilemez. İyi konuşma, yani sözle inandırma yeteneği (retorik) içeren anlatılar hep müphem veya tam sağlıklı olmayan bilgiler kümesidir. Diğer taraftan, 17. Yüzyılda Christin Huygens, Newton’un reddini desteklercesine yargılarımızla doğa bilgileri arasında kesin bir ayıracın olmadığı görüşünü savunmuştur. Birçok akıl yürütmeler (muhakemeler) yaklaşık olabilirlik ilkesinin etkin olduğu çıkarımların derecelerini, ihtimal derecelerini veya bu yazının konusu olan bulanıklık derecelerini var sayar. Geçen yüzyılda belgelerin kullanılması ve özellikle bunların deneysel belgeler olması, doğruluk tartımalarında veya varılan çıkarımların güvenilir olmasında veya inandırıcılığında önemli rol oynamıştı. Bütün bu söylenenlerin bulanık mantık etkinlik alanına girdiği bu yazıda iddia edilmektedir.

Yaklaşık muhakeme ile tüm çıkarımlara ulaşılamaması kabul edilebilir; ama bunların her birinin bir güvenirlik derecesi vardır. Böylece herhangi bir olabilirlik içeren muhakeme (yargılama) için neden ve nasıl kabul edildiğine işaret eden bir ölçütün bulunması gereklidir. Ayrıca, belirsizliğin derecesini belirleyebilecek bir nicel ölçütün de olması lazımdır. Bunun için, Huygens ilk defa 1675 tarihinde sayısal ihtimal (olasılık) yargılamalarını gündeme getimişti. Bunları oyun (kumar) oynama kuramlarının geliştiilmesinde kullanmıştı. Burada sayısallık olabilirliği değil, yine nicelliği ifade eden büyüklüklerle sağlanmış ve kelimelerin içerdiği belirsizlik tamamen dışlanmıştı.

Diğer taraftan, Leibniz’e göre bilimsel başarıların geliştirilmesi için bir idealler dünyasında mutlak belirginliğin tanınması gereklidir. Bilimsel çalışmalarda sayısal ihtimallere yer verilmeli ve böylece belirsizlikler de göz önünde tutulmalıdır. Ancak, ihtimal değerlerinin düşünce deneylerinde sayısallaştırılması pek mümkün değildir. En iyi yapılabilecek iş, kişisel ihtimal değerlerinin bilimsel olayların işlerliğinin gerektidiği yerlerde atanmasıdır. Aslında bilimsel çalışmalarda geçerli olan kelimelerde bulunan ve belirsizlikleri bulanık kümelerle ifade etmek ve bunların da üyelik derecelerinin göz önünde tutulmasını düşünerek üyelik fonksiyonları atamak yerinde olur. Böylelikle ikili mantıkta dışlanan belirsizliklerin, bulanık mantık ilkeleri ile 1’den küçük olsa da bir dereceye kadar incelemelerin içine katılması mümkün olur. Akılcı mantık kuralları ile yapılacak modellerin yaklaşık yargılamalarda ve çıkarımlarda kullanılmasıda kabul edilmişti. Leibniz “ihtimal derecelerinin bilinmesi için yeni bir mantık, gerçeklerin ispatlanması için gerekli ve kıssadan hisse şeklinde alınacak dersti” der. İşte bu yönleri içerecek yeni bir mantık örgünlüğü, bulanık mantık olarak 1960’larda geliştirilmişti (Zadeh, 1965).

1 - 2 - 3

Bulanık Bilim Felsefesi - 3

Diğer taraftan, bilim felsefecisi Hume ise “tüm bilimsel gerçeklerin yargılamalarının etki ve tepki arasındaki karşılıklı etkileşimlerden ortaya çıktığını ve bunun da olabilirliğinin Bayes ilkeleri tarafıdan belirtidiğini” söylemişti. Kendisi bulanık mantık yerine hâlâ ikili mantığın ihtimaller kuramını kullanmakta devam etmişti. Keynes (1921), ihtimallerin Russell (1948) gibi gözlemlenerek deneyi yapılabilen sıklıklardan (frekans) yapılmadığını hatılatarak, bilimsel çalışmalarda kişisel ihtimal atamalarının işin için girdiğini belirtmişti. Ona göre bu ihtimaller birer inanma yüzdesinden başka birşey değildir. Sadece önermelere ihtimallerin atanması yetmez, aynı şekilde önermelerin birbirleri ile olabilecek ilişkilerinin de yüzde (ihtimal) olarak ifade edilmesi gerekir. Aslında o, kavramsal ve klasik ihtimal fiirlerini ileriye sürmüştür.

Akılcı bir inancın derecesi, ne kadar aynı olayı tekrarlarsak tekrarlayalım; onun sıklık yüzdesi ile örtüşmeyebilir. Ama aslında belirsizlikler mantık önermelerinin yapılarında (kelimelerinde) içerdikleri müphemliklerle ilişkilidir. Bir bulanık önermede sebepleri içeren öncül kısım (sebepler) ile çıkarım olan ardıl (sonuç) kısım, kısmi geçerliliği olabilen bir sonuca götürür. Böylece, olayı temsil eden her bir önerme (mantık kuralı), o olayın tümünde olan mantık yapısının bir kısmını ifade ederek, o kuralla ilgili olan çıkarımı da kısmi olarak verir. Bunun anlamı şudur; mantık çıkarımlarında sadece önermelere güvenmeden, bunlar arasındaki kısmi de olsa olabilecek karşılıklı zıtlıklara da dikkat edilmelidir. Bir önerme kümesinin öncül kısımlarındaki akılcı yapıların yaklaşık doğru (bulanık) olması halinde, olayın tümden incelenmesi sonucundaki çıkarımlarında yaklaşık doğruluklarda olması beklenir ve bu bir derecelendirmeyi gerektirir. İşte bu derecelendirmeleri içeren çıkarım kümeleri birer bulanık kümedir. İhtimalli önerme ve çıkarımlarındaki sonuçlar sayısal belirsizlikleri gösterir; ama bunlar bulanık olmayan eksik sonuçlardır. Buradaki olasılıkları (ihtimaller, yüzde geçerlilikler) olabilirliklerle yer değiştirirsek, sorunun mantık yapısı ve çıkarımları hep bulanık olur. Buradan da çıkarımların matematile değil de mantıkla yapılabileceği sonucuna varabiliriz.

Matematigin temeli mantık denilmektedir; ama bizim eğitim sistemimizde bolca matematik olmasına karşılık neden mantık yoktur; mantık olmadan matematigi anlamak ve çözümlemelerde bulunarak bunlardan sözel yorumlamalara gidebilmek mümkün olur mu acaba? Bu, yazarın görüşüne göre mümkün değildir; çünkü mantıksız matematik delikli su kovasına benzer. Mantık önermeleri matematik denklemlere götürür, ama tersi doğru değildir.

Belgelerin değişmesi ile müphemlik ve buna bağlı olarak düşüncedeki inanç derecesi ve mantık kurallarının dereceleri de değişir. Olasılıklar (ihtimaller) inanç derecesi olarak özneldir (subjekti) ve psikolojik bir durumu arz ederler (Ramsey, 1978). Tümevarış tartımalarının hedefide öncüllerinin ispat verilmesi durumunda çıkarımların ihtimalli yapılması mümkündür. Tümdengeliş tartımalarında ise sonuçların doğru olduğu var sayılır; bunun için öncüllerin de doğru olması istenir. Her durumda yüzde yüz düzenliliğin bulunması yerine, bazen bir kısımda düzenlilik yüzdesi olabilir. Bu yüzdenin belirlenmesi ile istatitik kurallarının kullanılması yeterli olabilir (Carnap,1995).

Bilim kavramı, günlük hayatta bile sınıflandırıcı, kıyaslayıcı ve niteleyici olmak üzere üç kısımda düşünülebilir. Sınıflandırma kavramında verilen bir nesnenin belirli bir sınıfa atanması söz konusudur. Bu durumda incelenen olay hakkında belirli bir aralık boyunca olabilecek bilgiler ortaya konulabilir. Mesela, bir nesnenin mavi veya sıcak veya kübik olarak sınıflndırılması ile o nesne hakkında oldukça zayıf bir bilgilendirme yapılmış olur. Bunun anlamı, bu vasıfların her biri bir bulanıklık içerir ve sonuçta her biri, bir bulanık küme kavramı ile temsil edilebilir.

Nesnenin daha dar bir sınıfta aralığa konulması, onun hakkında bilgileri artıır. Bu tür darlıklar da bulanıklıkla ifade edilebilir. Bu nesnelerin bilgi içerikleri de bulanıktır. Mesela, bir canlı organizmanın oldukça müphem olması, onun en azından bir hayvan olduğuna işaret eder. Sürüngen dersek daha da ayrıntılı bilgilendirme yapmış oluruz. Sınıfı daralmasına devam edildikçe bulanık küme sayısı artar; ama ayrıntılı bilgi içeriklerine ulaşılır.

Kıyaslamalı kavramlar ise, bilgi iletişimi bakımından daha da etkindir. Mesela, bir nesnenin diğerinden daha ılık olması sınıflandırma kavramına göre daha ayrıntıı bilgi verir. Üçüncü tür kavramlar sayısal olup, bunların ölçümlerle elde edilmesi söz konusudur.

SONUÇLAR

Bu yazıdan çıkarılabilecek önemli sonuç, bilimsel bilgilerin tamamen doğrulanamayacağını veya yanlışlanamayacağını anlamaktı. Ancak, bilgilerin her zaman ve mekanda bulanıklaştırılması mümkündür. Bu tür bulanıklık sayesinde, aynı konuda değişik görüşteki kişiler, paylaşımcı olarak hoşgörülü bir şekilde çalışabilirler. Genel bir sonuç ise, bilim veya ona atfdilen herhangi bir konu asla tamamı ile doğrulanamaz veya yanlışlanamaz. Maalesef, bazı toplumlarda ve bizimkinde de bilimin doğrulayıcı olduğuna inanılarak hiç yanlışlamalar akla getirilmediğinden yenilikçi çalışmalar pek yapılamaz. Halbuki bulanık mantık ve çıkarım ilkelerinin göz önünde tutulması ile bilimsel öncü çalışmalar, geleneksel bilim çalışmaları ve sonrasında da devrimci çalışmaların ortaya konulması mümkündür.


Kaynaklar

Carnap, R. (1987). The Confimatin of Laws and Theories. In J. A. Kourany (Ed.), Scientii Knowledge: Basic issues in the philosophy of science (ss. 122­132). Belmont, CA: Wadsworth Publishing Company.

Carnap, R. (1995). An introductin to the philosophy of science. New York: Dover Publicatins. Keynes, J. M. (1921). A tretie on
probability. London: MacMillan. Kuhn, T. (1962). The Structure of Scientii Revolutins. Chicago: University of Chicago Press.

McMullin, E. (1987). Alternatie Approaches to the Philosophy of Science. Janet A. Kourany (Ed.), Scientii Knowledge: Basic issues in the philosophy of science. Belmont, CA: Wadsworth Publishing Company

Popper, K. (1952). The Logic of Scientii Discovery. London: Routledge Publishing Company.

Ramsey, F. P. (1978). Truth and probability. D. H. Mellor (Ed.), Foundatins: Essays in philosophy, logic, mathematis and economics (ss. 58­100). London: Routledge and Kegan Paul.

Russel, B. (1948). Human knowledge: Its scope and limits. London: George Allen and Unwin.

Şen, Z. (2003). Modern Mantı. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları.

Şen, Z. (2006). Batmayan Güneşlerimiz. İstanbul: Altı Bur Yayınları.

Şen, Z. (2009). Bulanık Mantı İlkeleri ve Modelleme (Mühendislik ve Sosyal Bilimler) (3. Baskı). İstanbul: Su Vakf Yayınları.

Zadeh, L. A. (1968). Fuzzy Algorithms. Informatin and Control, 12(2), 94­102.

1 - 2 - 3

Felsefede Romantiklik - 1

Nusret HIZIR

Almanya'da Kant'tan hemen sonra gelen ve kendilerini Kant'ın devam ettiricileri sayan bir takım idealist filozoflar var. Bunlar, birazda, belirli bir akım teşkil ederler. Başlıcaları, FitcheSchelling ve bir dereceye kadar, Hegel'dir. Kant idealist idi, yani onun için geçek, insan zihni tarafından yapılan bir bina idi. İnsan, Kant'a göre, deney alemini, kenidisinde bulunan somut görüş ile kavram kurma yetilerinin birlikte çalışması ile kurar. Sözü geçen Alman düşünürleri, Kant'tan daha da ileriye giderek bütün gerçekliğin Ben'in bir sınırlaması ile meydana geldiğini (Fichte), yahut Ben ile alemin, aynı olan gerçeğin iki başka görünüşü olduğunu (Schelling), ya da akla uygun olanın gerçek, gerçek olanın akla uygun olduğunu (Hegel) öne sürmüşlerdir. Bunlarda ortak olan yan şudur ki, hepsi Ben'i alemin merkezine almış, Kant'ta hala bilgi kuramı (teorisi) ve eleştirimi olan kuramsal (teorik) felsefeyi, Ben'in, bilincinin, kendi kendisini meydana getirmesinin hikayesi haline sokmuşlardır.

Böylece -bu filozofların bütün ters iddialarına rağmen- rasyonel araçlar kullanan bir türlü destan olmuştur. Nası bir destan? Hiç şüphe yoktur ki, bu Alman sistemleri, Ben, bilinç, varlık, var-olan, var-olmayan, sübjektif tin, objektif tin... gibi kavramlarla kurulmuştur; onun için de ilk bakışta birer rasyonel öğreti izlenimini uyandırırlar. Fakat bunlarda kavramlar, sistemlerin mahiyetini ve özünü saklamaya yarayan örtülerdir. Bu filozoflar, bilgi veriyor gibi görünürlerken aslında bilgi vermiyor, panteist denebilecek bir ruh halini açığa vuruyorlar. Bu sistemleri özlerineuygun olarak vasıflandırmak için onları, çıkış noktaları -güya çıkış noktaları!- olan Kant ile belirli bir noktada karşılaştıralım: Kant, insan zihnine; duyumların gelen karmakarışık izlenimleri düzenleyip kanunlu, düzenli bir görünüş (fenomen) haline sokmak yetisini veriyor; fakat zihin böylece meydana getirdiği alem, asıl var-olan alem değil, görünüşler (fenonmenler) alemidir. İnsan zihni, "kendinden var-olan"a bu yoldan ulaşamaz. Kant'tan hemen sonra gelenler ne yapıyorlar? Zihni sadece düzenleyici olmaktan çıkarıp alemin kendisi hahut yaratıcısı haline sokuyorlar.

Kant'ın idealizmini doğru yahut yanlış bulabiliriz: bunun şu anda bizim için önemi yok. Muhakkak olan bir şey varsa o da şudur ki, Kant teorik felsefesinde bütün ciddiliği ile bir bilgi teorisi kurmak istemiştir. Ondan sonra gelenler, aslında doğru olması mümkün olan bir düşünceyi (bu satırları yazan bu kanıda değildir) alıp, onunla bir tek varlığın yaratıcılığını "terennüm" ediyor, onu tanrılaştırıyorlar. Bu Alman filozoflarının ne olduklarını, sistemlerinin ne gibi bir özellik taşıdığını ise bu noktada güzel anlatmaktadır. Ortada, ifade edilecek bir hakikat var: İnsan zihninin kuruculuğu. Bunun bir de ifade şekli var. Kant sonrası öğretilerde ifade edilen ile ifadenin kendisi arasında bir nispetsizlik, az bir şeyi çok ve kuvvetli araçlarla söylemek durumu göze çarpıyor. Romantikliğin, birbirinden ayrı, birbirini tutmayan, birbiriyle çelişkili türlü tanımları vardır. Fakat romantikliği karakterlendiren iki nokta vardır ki, bunlar üzerinde herkes anlaşmıştır. Bu iki nokta şunlardır:

a- Şimdi işaret ettiğimiz gibi, ifade edilenle ifade araçları arasındaki uygunsuzluk

b- Öznellik (Sübjektiflik)

Kant-sonrası Alman felsefeleri, romantik olmak için birinci şartı yerine getiriyorlar; ikinçi şarta gelince, birinci şarta uygun olarak felsefe yapan bir kimse, ancak öznel alabileceğinden ve bu iki şart böylece birbirine sıkısıkıya bağlı, hatta aslında bir tek şart olduğundan, bu da yerine gelmiş oluyor.( Her felsefede öznel bir unsur vardır. Biz burada bir öğretiye öznelliğin hakim olması halini kastediyoruz). Ohalde bu öğretiler, kelimenin tam anlamıyla romantiktirler.

Esasen, bunlarla çağdaş olan romantik edebiyatarasında sıkı ilişkiler vardı; biri ötekine daima etkilerde bulunuyordu.(Hatta bu felsefe romantik sıfatını takanlarda olmuştur).

1 | 2

Felsefede Romantiklik - 2

Bu gibi sistemlerin aklın saldırışlarına dayanmayacaklarına ayrıca açıklamaya lüzum yoktur. Nitekim akıl araçlarıyla (yani kavramlarla)kurulmuş olan bu destanlar, ortaya atıldıktan pek az sonra, türklü yönlerden gelen saldırılarla yıkılıp gitmişlerdir. Onun için, bu gibi öğretilerin bir daha gelmeyeceğine inananlar çoktur. Acaba bu inanç yerinde midir?

Alman idealistleri, düşünüp alanında egemen durumda iken felsefede yalnız başlarına hüküm sürmüyorlardı. Onların karşısında Fransızcıları, bilimci olduğunu iddia eden pozitivizmi gelişiyordu. Almanlar öznelliği temsil ederken, Fransızlar nesnelliği temsil ediyorlardı. Öte yandan, Schopenhauer, Kant'a daha gerçek bir şekilde dayanarak ve Kant'ı başka türlü ileriye götürerek, onlara karşı çok sert bir olumsuz cephe almaktaydı. Buna benzer durumlar sonraları da görülmüştür. Yeni Kant'çılık, Pozitivizm, Erimcilik gibi rasyonel sistem ve öğretilerin karşısında da, insan varlığını, onun duyduğu "endişe"yi merkeze alan türl "existence" felselefeleri çıkmıştır.

Ancak bunların romantik olduklarını öne sürmeden önce, böyle olmak için gerekli koşulları yerine getirip getirmediklerini incelemeliyiz.

a) Bergson'culuk: Bergson, son yüzyılın Fransız nesir yazarları arasında şerefli bir yer tutmaktadır; onun için, kanaat vermeden önce insanı kendi görüşlerine, üsturubun sihri sayesinde sürükler. Acaba sürükledikten başka kanaat da verir mi? Yoksa yalnız sürükler mi? Bu nokta aydınlatılınca onun da romantik olup olmadığı meydana çıkmış olur. Bu hususta bir tek örnek almamız yeter. Bergson, felsefesinde çok önemli bir yer tutan "sezgi"yi nasıl tanımlıyor? Biraz yakından bakınca görüyoruz ki, onda sezginin birbirinden ayrı, birbirine indirgenemez -hatta bazıları birbiriyle çelişik- beş tanımı var: Sezgi, bir kere zekanın karşıtı fakat içgüdüden ayrı, bir kere içgüdünün ta kendisi, bir kere zekadan ayrı değl, onun alt tabakası ilh.oluyor. Bildiren, öğreten bir düşüncede temel koşullardan biri, kullanılan kavramların tanamında karışıklık olmamasıdır. Bu olunca o, gerçek anlamda bir "öğreti" olamaz. İmdi, sezgi kavramı dediğimiz gibi, bu felsefenin temel taşlarındandır, ve burada tespit ettiğimiz tutarsızlığın eşleri, başka kavramlarda da, örneğin 'sonsuz'da da gösterilebiliyor. O halde bitün öğreti tutarsızdır, yani gerçekten bir öğreti değil demektir. Bergson'culuk, bir yandan öğretici bir düşünüş bütününden beklenen tutarlılığı olmadığına, öte yandan üslubunun büyüsü ile insanları sürüklediğine, üstelik psikolojinin banal hakikatlerini (yahut hatalarını) tantanalı bir dille büyüterek ifade ettiğine göre, romantiktir. (Esasen bir Fransız düşünü, Bergsoncu'luğu anlatan bir eserine: Romantik bir felsefe" başlığını vermiştir)

b)Varoluş felsefeleri: Bu felsefeler, daha ilk adımlarını atarken, tutarlılığı, sistemliliği yapmalık diye yadsımakla büyük bir öznellik öğesini : romantik öğeyi, işin içine katmışlardır. Fakat daha önemlisi: Bunlar insanın ne olduğunu, mantıklı bir zincirleme içinde anlatmak değil, telkin etmek isterler; onun için de rasyonel öğretiden uzak, edebiyata, şiire yakın düşerler. Bu hallerini açık bir şekilde ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Bir tanesini alalım: Martin Heidegger, "Metafizik nedir?" adlı küçük, fakat kendince önemli yazısının bir yerinde şöyle der: "Var-olan araştırılacak ve başka hiç birşey araştırılmayacak... Bu hiç nasıl birşeydir?... Korku, bu hiç'i meydana kor... Bu hiç hiçiyor..."

Birinci cümledeki hiç, yalnız ve yalnız var-olanın araştırılacağını söylemek için konmuştur; fakat biraz sonra görüyoruz ki bu hiç, bir varlık oluvermiş! Hem de birşey yapan, hiçen bir hiç! Bir kere, sınır ifade eden bir sözcükten başka birşey olmayan hiç'ten, var-olan ve iş gören, korku tarafından meydana konan bir hiç'e geçiliyor. Bize bir şeyi öğretecek, haber verecek bir söz yahut yazının uymak zorunda bulunduğu en basit mantık kuralı burada çiğneniyor. Sonra, hiçmek ne demektir? Hiçe saymak değil, hiçe indirgemek değil, yok etmek değil... Yani bu hiçmek kavramı (!) düşünce kategorilerimizin hiçbirine tekabül etmiyor. Peki ne yapıyor? Hiçmek sözcüğünün içinde hiç kökü var; hiçmeği anlamıyoruz ama, onu duynca hiç kökünün yüzünden içimizde bir takım imajlar belki de duygular beliriyor. İşte hiçmek'in ödevi, bizde uyanan bu imajlar, bu duygular sayesinde bir şeyi telkin etmek -tıpkı şiir gibi telkin etmektir.

"Varoluş" felsefeleri, öte yandan, ta eski zamanlardan, ilk Hiristiyanlıktan, Augustinus'tan beri bilinen, tanılan, hatta analizi yapılmış olan bir ruh halini, onunla orantılı olmayan bir zenginlikle ifade ettilerinden, denebilir ki, bunlar da romantiktirler.

Dar anlamda romantik çağ çoktan kanmıştır. Fakat geniş anlamda romantiklik, hep yaşanmaktadır. İnsanlığın ana niteliklerinden biri gibi görünen bu hal, kendini felsefe'de eskiden göstermiş olduğu gibi şimdi de göstermektedir. Bu ne bir mutluluk ne de bir felakettir; olduğu gibi alınacak bir olaydır. Ancak bir tek noktaya dikkat etmek gerekir: felsefe, ta Platon, Aristoteles gibi düşünürlerden beri, bilgi, hem de çok kere bilgilerin en üstünü sayılmıştır. Oysa felsefe vardır, felsefe var: Bir uçta salt bilgi eleştirmesi olan felsefe, öbür uçta salt telkin eden, yahut filozofun sadece ruh halini açığa vuran felsefe -romantik felsefe- var. Felsefede bilgi arıyorsak, birinci türtden olanlara başvurmalıyız. Bu iş için ikincilere başvurursak, yanılırız. Hem yanılmakla da kalmaz, onları gerçek bilgi, belki de en yüksek bilgi saydığımızdan, asıl gerçek bilgi ile karşı karşıya gelince onu küçük görür, onun düşmanı oluruz. Yoksa romantik felsefenin özü bilindikten ve ona göre davranıldıktan sonra, ondan hiçbir zarar gelmez, tersine, ruhumuzu heyecanlandırmak bakımından bazı hallerde faydalı da olabilir, yeter ki Kant'tan daha ileriye giderek, bilgi ile ilgisi olmayan bu felsefe ile, bilgiye sıkı sıkıya bağlı olan felsefe biribirine karıştırılmasın.

1 | 2

İNSANIN YAPISI

Bilmez insan hangi yöntemle yeniden düze­ne gireceğini: Yanılmış, ayrılmış gerçek yerin­den, onu bir daha bulamayacak artık. Arar du­rur yerini dört bir yanda, yoğun bir karanlıkta, büsbütün tedirgin, büsbütün boşuna...

Biz, gerçek gücümüzden yola çıkarak er­demli bir düşünce sürmeyiz ileri, iki karşıt ağırlık arasında sıkıştığımız için, baskı altında duraksarız. Karşı yönlerden esen iki yel arasın­da dik durmaya çabalayışımız gibi iki ağırlıktan birini bırakır, ötekine doğru düşeriz.

Us ile tutkular arasında bir iç-savaşı vardır insanın: Yalnız us olaydı, tutkular olmayaydı. Yalnız tutkular olaydı, us olmayaydı. Oysa şimdi ikisi de var, kişi savaşsız edemez artık, biriyle savaşırken ötekiyle barış için­de bulunması gerekir:

İşte böyle bölünmüş in­san, kendi kendiyle düşmüş çelişmeye.

İnsanın büyüklüğü (yüce gönüllülüğü): Bü­yük bir varsayımımız var insan tini üstüne, onun yenilmesine, ona saygı gösterilmemesine dayanamayız doğrusu: İşte bu saygıya dayanır insanın bütün mutluluğu.

Ağır basar, bütün mutsuzluklara karşı, kendini beğenmişlik, kaldırır onları ortadan. Az bulunur bir devdir o. apaçık görülen bir yanıl­samadır. İnsan indirilmiş oturduğu yerden, te­dirginlik içinde arar durur yerini (koltuğunu). Budur işte bütün insanların yaptığı. Bırakın bizi arayalım, belki bir bulan vardır onu...

Sav: Varlığımızı yerme bir ölümdür yokluk uğruna, varlığımıza karşı hınç duymadır.

Uğraşılar: Öyle büyük bir tadı vardır ki ün kazanmanın, hangi konu (nesne) ile bağlanırsa bağlansın sevilir, ölüm olsa bile...

Ün tutkusudur insanın büyük aşağılığı, in­san toprak üzerinde ne denli çok durursa, sağ­lığını ne denli iyi korur, beğencine olağanüstü bir ilgi gösterirse, olgunluğunun da apaçık be­lirtisi olur bu durum ayrıca. Oysa insanlara saygı duymayan kimse kıvançsız demektir. İn­san usuna, yeryüzündeki gücü ölçüsünde, büyük bir değer biçmeyen, insan usunda yararlı bir yeri bulunmayan kimse de kıvançsız de­mektir. Us evrende en güzel varlıktır, onu kim­se yolundan saptıramaz: İşte insan yüreğinin en söndürülmez bir niteliği de budur.

Haksızlık: Kendini beğenmişlikle yoksunluk birbirine bağlıdır, işte bu olağanüstü bir hak­sızlıktır.

Biz öylesine kendimizi beğenmişleriz ki ye­terli sayıda olmasak bile, bütün dünyaca beğe­nilmek, bizden sonra geleceklerce de bilinmek isteriz. Gene öylesine yararsız kimseleriz ki çev­remizi saran beş-altı kişinin saygısı bize kıvanç verir, aşın beğenç verir.

Düşüncelerimi bir yere yazarken yanıldığımı anlarım. Düşüncem güçsüzlüğümü anımsatır bana. Şu, bütün kısacık süreler içinde unuttu­ğumu, unuttuğum düşüncelerim gibi daha ni­celerini öğretir bana. Benim de bütün direndi­ğim, yokluğumu öğrenmektir.

Biz olayları yalnız başka bir yönden değil, başka bir gözle de görürüz. Biz, onlardan, onla­rı birbirinin özdeşi sayacak gibi uzağız.

İnsan ne melektir, ne hayvan; mutsuzluk melek olmak isteyeni hayvan yapar.

Bir uçuruma doğru kaygısızca koşuyoruz; sonra dönüyor, koştuğumuz uçurumu görme­mek için engeller yapıyoruz.

Tanrıyı düşünmek istersek, bizi saptıran, başka bir nesneyi araştırmamıza, düşünmemi­ze yönelten bir engel yok mu? İşte bize doğu­mumuzla gelen kötü yanımız budur.

Tanrıtanımazlık belli bir aşamaya değin güçlü bir anlayış yetisinin belirtimidir.

Kendini beğenmişliğimiz, tutkularımız, ya­nılmalarımız içinde doğal olarak bizi egemenliği altına almıştır. Ondan söz edilirken unutuveri­riz yaşamı da, barışı da.

Saçmalık: Oyun, av, başkalarını görmeye gi­diş, bir de bitmeyen ün özlemi.

Yaşamdan aldığımız sevincin hoşluğu duy­gusu, bir de gerçek olmayan sevincin (barışın) saçmalığım bilmeyiş süreksizliğe götürür.

Neden sınırlıdır bilgim? Ya gövdemin kocamanlığı? Neden yüzyıl sürüp giderim de bin yıl sürüp gidemem? Doğa hangi neden yüzünden bana böyle ölçüp biçmeyi, bu sayıyı seçmeyi, başkalarını seçmemeyi verdi? Oysa sayıların sınırsızlığında bir neden yok da, öteki varlıkla­rın daha önce seçilmesi için var mı?

Saçmalık- Sevginin nedenleri, etkileri: Kleopatra...

İnsanın saçmalığım, kökünden öğrenmek isteyen kimsenin sevginin de nedenlerini, etki­lerini incelemesi gerekir. Onun ana nedeni ‘’bil­mediğim bir nesne’’ dir (Corneille), onun etkileri ise korkunçtur. Bu 'ne olduğunu bilmiyorum' öyle çetindir ki kimsenin gücü yetmez onu bil­meye, odur bütün yeryuvarlağını, ilhanları, or­duları, bütün evreni kımıldatan.

Kleopatra'nın burnu: Daha kısa olaydı evre­nin yüzü bambaşka olurdu.

Uçuşların gücü: Hep onlardır savaşları sür­düren anlayış gücümüzün önleyici girişimleri­ni engelleyen, gövdemizi yutanlar...

İnsanın alçalışı- Hayvanlara taparcasına bo­yun eğmek.

Ne çok varlıklar (krallıklar) vardır bilmediği­miz.

Bizi azıcık avutan, azıcık da saptırıyor.

Bir kimsenin yaşamak için yeterince olanağı bulunsaydı evinde oturmanın mutluluğuna va­rır, evini barkını bırakıp denize açılmaya, kale kuşatmaya gitmezdi...

Akıp gidiş- Ne korkunçtur elimizde bulunan bütün nesnelerin akıp gittiğini sezmek..

Eyüp ile Süleyman insan yoksulluğunu en iyi bilmiş, ondan en iyi söz etmişlerdir. Biri — en mutlu, öteki —en mutsuz. Biri —sevincin boşluğunu, öteki— acının gerçekliğini deneyle bilerek.


Kaynak:

BLAISE PASCAL - DÜŞÜNCELER

Çev: İsmet Zeki Eyüboğlu
Say Yayınları
İstanbul - 1996

Bilim ve İktidar - 1

Ilya Prigogine

Bilim ve toplum arasındaki ilişkileri (toplumun iktidar yapısı dahil olmak üzere) geliştirme ihtiyacı daha önceleri asla bu denli güçlü olmamıştı. Geleneksel olarak bizim doğayı sorgulayışımızla ilişkilendirilmekte olan bilim, doğanın anlaşılabilirliğine duyduğumuz inancı ifade eder. A.N. Whitehead’in sözcükleriyle söyleyecek olursak, bilim, “deneyimimizin her bir öğesini yorumlarken başvurabileceğimiz tutarlı, mantıklı, zorunlu bir genel düşünceler sistemi oluş burma” amacını ifade eder.

Gelgelelim, doğa kavramı kültürden kültüre değişir. Japonya’ya 1953 yılında ilk kez gittiğim de, büyük Japon fizikçi Hideki Yukawa ile tanışma onuruna eriştim. Batı geleneğinde çok başarılı bir bilim adamı olarak kabul edilmesine karşın, Yukawa’nın Batılı doğa görüşünü kabul etmediğini öğrenmek bana çok ilginç geldi. Yukawa, Çince de “doğa” teriminin “kendi halinde olan” anlamına geldiğini vurguladı. Bunun tersine, Galileo’dan Einstein’a dek Batı bilimi “doğa yasaları” düşüncesi üzerinde temellenmiştir. Doğa bir anlamda insan aklının keşfedebileceği ve betimleyebileceği belli kuralları izlemek “zorundadır”.

Rönesans döneminin Floransalı mimarı ve hümanisti Leon Battista Alberti, “istedikleri takdir de insanların her şeyi yapabileceğini” iddia ediyordu. Ama insanlar “her şeyi” nasıl yapabilirler? Bu sorunun yanıtını Francis Bacon verdi:Doğa yasalarına boyun eğerek. Ama doğa yasalarına boyun eğmek, bu yasaların ne olduğunun bilmeyi gerektirir. O tarihten bu yana her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme düşünceleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmayı sürdürdü. Ayrıca, yine o tarihten bu yana, kesinliğe dayanan bu bilimsel modeli topluma da uygulama yönündeki istek çok güçlü hale geldi. August Comte, belirlenimciligin kalesi olan astronomi üzerinde biçimlenen bir “toplumsal fizik” modeli kurmayı istedi. Bu aynı zamanda John Stuart Mill’in de amacıydı. İktidarın rasyonel bir temeli olacaktı; toplum, denetlenen, evcilleştirilmiş bir doğayı içeren birgörüşün parçası olacaktı. Gelgelelim, bu görüş bizi doğrudan doğruya Huxley, Kundera ve Orwell’in romanlarında karşımıza çıkan kâbuslarla, yani tarihin durduğu, zaman kavramının bulunmadığı şiddet ve terör tarafından bastırılmış bir toplum kâbusuyla buluşturur.

Ama bizler bugün, farklı bir doğa ve, bundan dolayı farklı bir bilim imgesi içeren yeni bir duruma ulaşmış bulunuyoruz. Artık devasa bir saat olarak betimlenen dünya imgesine inanmıyoruz. Kesinliklerin sona erdiğini görüyoruz. Gözlemin tüm düzeylerinde doğanın bir anlatı öğesi taşıdığını keşfettik. İster kozmoloji, ister parçacık fiziği, isterse biyoloji olsun, her yerde istikrarsızlığın ve dalgalanmaların egemen olduğunu keşfettik. Klasik doğa görüşü, iyi tanımlanmış koşullar altında bir sistemin belli bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin, sonuçlarda da buna benzer bir değişiklik yaratacağı yönündeki düşünceyi üstü kapalı olarak barındırıyordu. Şimdi bu düşüncenin yalnızca basit veya ideal durumlarda geçerli olabileceğini biliyoruz. Genelde sistemlerin doğrusal olmayan yasalar uyarınca çalıştıklarını ve apansız geçişler, durumların çok türlülüğü, kendi kendini örgütleme ve öngörülemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediklerini fark etmemizin sonucu olarak bakış açımızda kökten bir değişiklik oluşmaya başladı.

İçerisinde bulunduğumuz yüzyılın bitmesine az bir süre kala, hem bilimle hem de iktidarla ilintili ideolojilerin krize girdiklerini görüyoruz. Tuhaf bir şekilde, bu kriz, fen bilimleriyle toplum bilimlerini birbirlerine daha da yakınlaştırıyor. Aslında, evrimsel karmaşık sistemlerden hareketle önerilen yeni kavramsal çerçeveler toplum bilimlerine tutarlı bir düşünce kümesi sunuyor. Bu düşünceler şunları içerir: farklı gelecekler, seçenek ve çatallanmalar, tarihe bağımlılık, belirsizlik. Bu düşünceler önümüzdeki yirmi yıl içerisinde insanlığın karşılaşacağı meydan okumaları kavramamız ve karar alıcılara yeni araçlar sunmamız açısından önem taşıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: Çevrenin korunması, ulaşım politikaları ve teknolojiye ilişkin değerlendirmelerimizde denge ve optimizasyon varsayımlarının yer aldığı kısa vadeli tahminlere dayan maktayız. Bu argümanlar aracılığıyla tekrar “toplumsal fizik” ve iktidarın “rasyonel” temeli düşüncelerine vardık. Ama bu genişletilmiş fizik ve onun içerdiği rasyonellik, otuz kırk yıl önce düşünebileceğimizden oldukça farklı yeni bir bi çime bürünmektedir.

Kısaca değinmek istediğim başka konular da var. Bilimin kaydettiği şaşırtıcı ilerleme iktidarın işleyişini de dönüştürmüş bulunuyor. Çok çeşitli iletişim biçimlerinin egemenliğindeki, en formasyon temelli bir toplumun doğumuna tanık olmaktayız. Ama toplumun vardığı bu aşama, zor bir tercihin yapılmasını gerektiriyor. Daha önce, ister çevre isterse tıp alanında olsun, insanlık açısından doğrudan bir öneme sahip sorunlara yönelik bu kadar çok potansiyel uygulamaya rastlanmamıştı. Bundan dolayı uygulamalı bilimlerin daha da öne çıktıkları söylenebilir. Ama temel bilimin, özellikle bugün karmaşık ve öngörülemez olduğunu keşfettiğimiz dünyayla ilişkili olarak, çocukluk döneminde olduğunu unutmamalıyız. (……)

Bilimin amacı nedir?” sorusuyla sık sık karşılaşırız. Hiç kimsenin buna verecek yanıtı yok elbet. Ama yine de yirminci yüzyılda yaşanılan tüm dramatik olaylara rağmen iyimser olmayı sürdürdüğümü kanıtlayan kişisel bir “ütopya”mı sizinle paylaşmak istiyorum. Dünyanın tüm bölgelerinde uygarlığa geçiş, işbölümünün, kast sistemlerinin ve toplumsal eşitsizliğin belirmesiyle eşanlı olarak gerçekleşti. Mısır’daki piramitlerin ya da Çin Seddi’nin inşa edilmesi için kölelerin çalıştırılması zorunluydu. Şiddet, uygarlığın ayrılmaz bir parçası olageldi. Bilim, şiddetin gerekmediği bir uygarlık ütopyasını, eşitsizliğin toplumsal bir zorunluluk olmadığı bir dünya ütopyasını, yaşatmamızı sağlamaktadır. Günümüzdeki durumu yirminci yüzyılın başlangıcındaki durumla karşılaştırdığımızda , genel hatlarıyla bakıldığında eşitsizlikte hem uluslar arasında hem de uluslar içerisinde bir azalma olduğu açıkça görülebilir. Bu noktada bilim olmaksızın asla gerçekleştirilemeyecek bir ilerlemeyle karşı karşıya gelerek tekrar bilim ve iktidar arasındaki ilişkiye dönüyoruz.(….) Bilim ve iktidar arasındaki ilişki, geleceğimiz açısından temel öneme sahip bir araştırma alanıdır.

Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar açısından değil, aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından da gündelik bir tecrübe haline geldi. Toplumumuzun yaslandığı temel etik sorunları etkileyen bir tartışmanın kaynağı olan genetik mühendisliğinden, Ebola ve HİV virüslerine karşı girişilen mücadele ye, açlık ve fakirliği kökünden yoketme umudundan, kirliliğin yol açtığı çevreyle ilgili felaketlere ya da bizim öngörme yeteneksizliğimizin yol açtığı doğal afetlere kadar tartışmaların merkezinde yatan konu daima bilim, bilimin uygulanışları ve iktidarla ilişkileridir. Bu esnada verilen kararlar sıklıkla aceleye gelir ve kimileyin yanlıştır.(….)

Bilim, bizim korku, umut ve bazen de dehşetten oluşan karma duygularla bakışlarımızı yönelttiğimiz bir Pandora’nın kutusuna benziyor. Ama yine de bilim gündelik hayatımızın ana bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. (…)

Bilim, kültürümüzün temel bir bileşeni olarak kabul edildiği zaman bile, ideolojiler tarafından kuşatılma tehlikesine karşı ya da politikacıların ve iktidarın ya da ekonomi lobilerinin ölümcül cazibesine karşı kendisini savunmak zorunda kalmasından ötürü, bu mücadele devam etti.(…..)

1 - 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP