Felsefe deyince ne anlıyoruz? - 2

Belirttiğimiz tutum söz konusu olursa felsefe yine daraltılmış olacaktır. Herkes kendine göre doğru olanı rasyonel sınırlar içinde gerekçelendirebilir, belirtebilir. Bu rasyonellik analitik felsefenin, mantıkçı pozitivizmin anladığı tarzda olmak zorunda da değildir. Bizim asıl endişemiz felsefe ile onu yapan arasındaki tutarlılıktır, bildiği ile eyleme marifetine sahip olmadır. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nin “uyumsuz-absürd ve intihar” kısmında “Nietzsche’nin istediği gibi, bir filozofun saygımızı hak etmek için,başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse…” olarak belirttiği teori-pratik birlikteliği bizim felsefe anlayışımızın, felsefenin de en temel konusu olan insan anlayışımızın başlangıç noktası, mihenk taşıdır, şüphesiz felsefe yapma gâyemizdir. Bu gâye de yaşamın ne için yaşanması gerektiği, yani yaşamın nasıl bir gâye taşıdığı sorumuz ile doğrudan alakalıdır. Burada Nietzsche’den bir alıntı yapmanın ne demek istediğimizi daha geniş ve örneklendirilebilir tarzda ortaya koyacağını temenni ediyoruz:

“ ‘Entelektüel vicdan’ üzerine: Bana öyle geliyor ki, bugün sahici ikiyüzlülükten daha az rastlanan bir şey yoktur.... İki yüzlülük, inancın güçlü olduğu çağlara özgüdür: Bu çağlarda, başka bir inancı sergileme zorunluluğu olduğunda bile, sahip olunan inanç bırakılmamıştır. Oysa bugün bırakılıyor; ya da daha yaygın olarak, ikinci bir inanç elde ediliyor- her durumda da namuslu kalınabiliyor.... Kendine karşı hoşgörü, daha çok sayıda kanı’nın yolunu açar: Bugün bütün dünyanın yaptığı gibi, birlikte geçinip gidiyorlar, kendilerini tehlikeye atmaktan sakınıyorlar. Bugün nasıl tehlikeye atınılabilir? Tutarlı olunduğunda. Dosdoğru bir çizgi izlendiğinde. Ne yaptığı bilinmez olunmadığında. Dürüst olunduğunda... Korkarım ki çağdaş insan, bazı kötülüklere karşı fazla rahattır: Öyle ki bu kötülükler neredeyse yok olup gitmektedir. Güçlü istencin koşullandırdığı tüm kötülükler (belki de istenç güçlü olmadan kötülük var olmuyor) bizim ılımlı atmosferimizde yozlaşarak erdeme dönüşüyor... Tanımış olduğum az sayıda ikiyüzlü kişi, ikiyüzlülüğün taklidini yapıyorlardı: Günümüz insanının onda birinin olduğu gibi, onlar da oyuncuydu.-” Nietzsche; Putların Alacakaranlığı, Morpa Kültür Yayınları,Çev:Regaip Minareci,İstanbul 2005, s.69-70)

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun sebebini de aklın kendisinde değil, fakat aklını kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” (Kant).Kant’ın “aydınlanma nedir?” başlığı altında verdiği bu cevap pratik felsefenin,daha özel bir ifade ile ahlâk alanının içerisinde yer almalıdır. “Bilgi yüklü merkep” anlayışına karşı aklın ahlâk ile büyüyüp olgunlaştığı düşüncesini Türk-İslâm geleneğinde -tüm doğu geleneklerinde- benimsendiği şekli ile biz de benimsiyoruz. Hakikati, bilgiyi, bilgeliği, doğruyu, erdemi seveceksek hakikate uygun, doğru davranmak doğal olacaktır.

Çıkarlardan, gelip geçici türe ait anlık hazlardan -insan olmaklık değil, insan türünün mensubu olma bağlamında; beşer olma- bağımsız bir eylem alanı ve bunu inceleyen bir pratik felsefe, olması gerekene göre olması gerekendir. Fikirler yanlış da olsa insan düşündüğü gibi, ilkelerine uygun yaşadığında tutarlılığını koruyabilir. Düşüncelerimizin bireylere ya da topluma göre yanlış olup olmaması değildir burada önemle belirtmeye çalıştığımız, tutarlılığın korunmasıdır, teorik olan ile pratiğin birlikteliğidir.

Felsefe’de yaşamın kendisi, yaşamın ne’liği sorgulanmaya değer en önemli konudur. “Sorgulanmayan yaşam, yaşam değildir”, diyen Sokrates her şeye dair olan yaşamın, yani yaşama dair olan her şeyin sorgulanabilirliğini belirtmiş olmaktadır. Bu bağlamda Aristoteles’in felsefe için belli bir yetenek, belli bir istek ve belli bir çaba gerektiği anlayışını da hatırlatmak istiyoruz ve Kant’ın başka bir sözü ile bu hususu sonlandırıyoruz: “Ahmaklara yardım etmek boşa harcanan bir çabadır, dahiler ise nasıl olsa kendi başlarının çaresine bakarlar.”

Son olarak teorik ve pratik olarak ayırma gereksinimi duyduğumuz felsefe için Kindî’den iki ayrı tanıma değineceğiz. Kindî, “felsefe, insanın gücü ölçüsünde ebedî ve küllî olan varlıklarnı hakikatini, mahiyet ve sebeplerini bilmesidir”, derken teorik felsefeye ,”felsefe, insanın kendini bilmesidir” - (‘ilim kendin bilmektir’,Yunus Emre)- derken de pratik felsefeye delalet etmektedir. Devam edersek Kindî’nin açıklamalarına; “filozofun bilgiden amacı gerçeğin bilgisini yakalamak, davranışının amacı ise o bilgiye göre davranmaktır.” Nitekim bilgelik(el hikme), küllî varlıkların hakikatini bilme ve bu bilgiyi hakikat doğrultusunda gerektiği gibi kullanmadan, hakka göre eylemekten ibarettir. Ayrıca tüm faziletleri sağlayan, felsefî bilginin kendisidir. Zaten “düşünme gücü” de fazileti tamamlamak için vardır.”

Hakikatin, yani insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatinin bilinmesi ve buna göre eylemde bulunulması, teorik ve pratiğin, bilmek ile ahlâkın birlikteliği şeklinde bizce felsefeyi ifade etmektedir. Felsefeci de bu anlayışı şahsında barındıran bir şahsiyet olmalıdır. Teorik felsefeyi bu bağlamda kabul etmese de tutarlı olmalı, tutarlılığını sisteme, insanlara karşı çıkarları, zaafları için görmezden gelerek çiğnememelidir. Çelişik bir nicelik ürünü, bir varlık türü yani beşer değil, Emanuel Mounier’in dediği gibi bir şahsiyet-nitelikli bir insan- olmalıdır. İşte en önemli felsefe bizce budur.

“Mü’mîn bir kimse, kendi kabullerini îmândan gelen kanaatlerine dayandırıyorsa salt mü’mîn olup felsefenin eşiğine adım atmamış demektir. Şayet inançları arasında, bilimin nesnesi olma kapasitesine sahip olan şeyler bulunuyorsa ancak o zaman filozof olabilir. Bu yeni felsefî görüşleri, İslâmiyet’e ait olduğu ölçüde de İslâm filozofu olarak kabul edilebilir.”

1 - 2

Seçme Paradoksu - 1

Barrry Schwartz
Çev:Sinem Koytak

Acaba çok fazla seçenek arasında seçim yapmak insanları mutsuzluğa mı sürüklüyor?

Özgürlük ve özerklik iyi olma halimizin devamı için elzemdir. Seçim yapabilme ise özgürlük ve özerkliğin bir gereğidir. Modern Amerikalılar daha önce hiçbir topluluğun sahip olmadığı kadar seçme hakkına ve seçeneğe, dolayısıyla da özgürlük ve özerkliğe sahiptirler. Oysa bu durumdan psikolojik olarak faydalanır görünmemektedirler.

Seçimin açık ve güçlü bir araçsal değeri vardır: insanların ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri elde etmelerine imkan verir. Adam Smith, günümüzden yaklaşık iki asır önce bireysel seçim özgürlüğünün, toplum içinde malların en verimli üretim ve dağıtımını temin ettiğini gözlemlemiştir. Seçme özgürlüğü aynı zamanda ifade edici bir değere de sahiptir. Yani seçimlerimiz dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi göstermenin bir aracıdır. Yaptığımız her seçim özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme (self determination) duygumuzun bir ifadesidir. Seçim alanına dair her genişleme de bize özerkliğimizi gösterme ve dolayısıyla kendi karakterimizi ortaya koyma imkanı verir. Yasal ve ahlaki sistemimiz özerkliğe verilen değere dayanır. Özerklik, davranışlarımızdan ahlaki ve yasal olarak sorumlu oluşumuzun meşruiyetini sağlar. Varsaydığımız özerkliğimiz nedeniyle başarılarımız takdir edilirken, başarısızlıklarımızdan dolayı suçlanırız. Kolektif sosyal hayatımızın tek bir veçhesi yoktur ki, özerkliğimize adanmışlığımızdan vazgeçtiğimizde bir anlamı olsun. Özerklik fikrine siyasal, ahlaki ve sosyal bağımlılığımız yanında; özerklik duygusunun psikolojik iyi olma halimiz üzerinde de çok önemli bir etkisi vardır.

Çevremiz üzerinde kontrol sahibi olmak ve bunun farkında olmak iyi olma hali için elzemdir. Çaresizlik ve seçim arasındaki ilişkiye baktığımızda: eğer belli bir durumda seçim yapma olanağımız varsa, bu o durum üzerinde kontrolümüz olduğu anlamına gelir ki, bu da çaresizlik duygusundan kurtulmamızı sağlar. O halde, sadece seçim yapma olanağımızın olmadığı durumlar için çaresizlik söz konusudur. Dolayısıyla seçim yapabilmek, insanların hayatın gidişatına aktif ve etkin olarak katılmalarını sağlar ki, bu da psikolojik iyi olma hali bakımından çok önemlidir. Bundan seçme imkanının her fırsatta artırılması gerektiği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Amerikan toplumu böyle yapmış olduğuna göre, çaresizlik duygularının bu toplumda çok az yaşanıyor olduğu düşünülebilir. Ancak araştırmalar bu noktada bir paradoksa işaret etmektedir. Bu paradoks iki şekilde açıklanabilir: İlk olarak seçim ve kontrol deneyimleri gittikçe yaygınlaşmakta ve derinleşmekte ancak buna mukabil seçim ve kontrole ilişkin beklentiler de bu deneyimleri karşılayacak oranda artmaktadır. Özerkliğin önünden kaldırılan engel, henüz aşılamamış olan engelleri daha da rahatsız edici hale getirmektedir. Kontrole ilişkin beklentiler ve umutlar, kontrolün gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Bir diğer açıklama ise, daha çok tercih yapabilme imkanının her zaman daha çok kontrol anlamına gelmemesidir. Belki de öyle bir zaman geliyor ki, imkanların çokluğu karşısında şaşkınlığa düşüp, tam tersine, kontrol duygumuzu kaybediyoruz. Ne zaman seçim yapmamız gerektiğine karar vermek, belki de, yapacağımız en önemli seçimdir.

Pek çok araştırmacı uzun zamandan beri mutluluğu ölçmeye, insanları neyin mutlu ettiğini bulmaya böylelikle de sosyal gelişimi değerlendirmeye çalışmıştır. Yapılan araştırmalar; zengin ülkelerdeki insanların fakir ülkelerdekilere nazaran daha mutlu olduğunu, kişi başına düşen milli gelir yoksulluk sınırından orta halli yaşam düzeyine ulaştıktan sonra ise zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azalmakta olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla örneğin Polonya'da da en az Japonya'da ki kadar mutlu insan bulunmaktadır, Japonya Polonya'dan on kat daha zengin olmasına rağmen. Aynı durumu aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görmekteyiz: Amerika'da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi olmamıştır. Para değilse, mutluluğu sağlayan şey nedir? Mutluluğu sağlayan en önemli etken yakın sosyal ilişkilerdir. Öznel iyi olma hali için, diğer insanlara bağlı olmak zengin olmaktan çok daha önemlidir. Fakat burada dikkatli olmak gerekiyor, mutlu olmakla sosyal olarak bağlı olmak arasında kesinlikle bir ilişki vardır ancak hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu o kadar da belli değildir.

Seçim yapabilme ve özerklik bağlamında değerlendirdiğimizde ise sosyal bağların özgürlüğü, seçimi ve özerkliği sınırladığını ve azalttığını belirtmek durumundayız. Bir çelişki gibi görünüyor olsa da, bizi en çok mutlu eden şeyler aslında özgürlüğümüzü sınırlayan şeylerdir. Peki, bu durum, seçim özgürlüğünün tatmin sağladığı düşüncesiyle nasıl uyuşturulabilir? Son yıllarda yayınlanmış olan iki kitap bu uyuşmazlığı irdelemektedir: Psikolog David Myers'in "the American Paradox: Spiritual Hunger in the Age of Plenty" ve siyaset bilimci Robert Lane'in "the Loss of Happiness in the Market Democracies" adlı kitapları. Her iki kitapta da maddi refahtaki artışın beraberinde öznel iyi olma halinde bir artış getirmediği vurgulanmaktadır. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte kayda değer bir azalmanın yaşandığını iddia edilmektedir. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu aşırı yüklenmeyle ve geleneğin sınırlamaları olmadan, hazır bir kimliği benimsemek yerine artık kendimize yeni bir kimlik yaratmak veya keşfetmek durumundayız. İnsanlar ne kadar çok kontrol sahibi olurlarsa o kadar daha az çaresiz, dolayısıyla da kendilerini daha az çökkün ve bunalımda hissedeceklerdir. Modern toplumlarda insanlara daha çok seçim yapma imkanı sunulmuştur, dolayısıyla da daha çok kontrole sahiptirler. Bu tabloya göre depresyonunu çağımızda tıpkı çiçek hastalığı gibi yok olacağını düşünebiliriz. Oysa günümüzde depresyon neredeyse bir salgın haline gelmiştir. Lane'in ifadesine göre, artan refah ve özgürlüğe karşın bir bedel olarak sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde bir azalma yaşamaktayız. Daha çok kazanıp daha çok harcıyoruz, fakat diğer insanlarla gittikçe daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Ve sosyal ağımız, doğuştan sahip olduğumuz bir şey olmaktan çıkıp, üstünde dikkatle düşünmemiz gereken tercihlerimizle oluşturmamız gereken bir şey haline geliyor.

Zaman sorunu:

Sosyal ilişkiler zaman gerektirir. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapa dursun, zaman ile ilgili sınırlılıklarımız yine de gittikçe artmaktadır. Zaman ile ilgili bu soruna en önemli katkıyı gittikçe artan seçenekler, sunulan seçim imkanları yapmaktadır. Hayatımızla ilgili en ufak detaylarda bile tercih edebileceğimiz, dolayısıyla düşünmemiz, karar vermemiz, belki pişman olacağımız, o kadar çok seçenek var ki, bütün bu seçim süreçlerine ayırdığımız zamandan iyi bir arkadaş, iyi bir ebeveyn, iyi bir eş olmaya vakit ayıramıyoruz.

Özgürlük ya da bağlılık:

Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman bunu istemesek de, bu ilişkiler tarafından bağlanmaya ve sınırlanmaya istekli olmayı gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. İnsanlar mutsuz olduklarında iki türlü tepki veririler: Ya o durumu terk ederler, ya da mutsuzluklarını dile getirir, protesto eder, şikayet ederler. Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, karakteristik olarak terk etmeyi, bırakmayı tercih ederler: eğer bir restoranın hizmetinden memnun kalmazsak bir daha ortaya gitmeyiz ve sorun biter. Serbest pazarın seçim olanaklarının, en önemli erdemlerinden biri kişiye hoşnutsuzluklarını "terk ederek" gösterme imkanı sağlamasıdır. Ama sosyal ilişkiler böyle değildir. Sevdiklerimizi, dostlarımızı sorunlar çıktığında bu şekilde terk edemeyiz, tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakma en son başvurulacak şeydir. Çoğu kişi seçim özgürlüğü ile sadakat ve bağlılığın gerekleri arasındaki çatışmada dengeyi bulma işini fazlasıyla yorucu bulur. Herkesin bireysel olarak bu dengeyi kurması gerekir. Sosyal kurumlar, kişi üzerindeki bu yükü belli sınırlamalar koyarak hafifletebilir. Kendimize ve sosyal ilişkilerimize karşı sorumluluklarımızı belirleyerek, yaşamı daha belirgin hale getirebilir. Fakat sosyal kurumlar tarafından konulan sınırlamaları kabul etmek, aynı zamanda bireysel özgürlüğü sınırlamak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, "sınırlamalar" bir tür özgürlük sağlarken, özgürlük de bir tür "kölelik" yaratmaktadır. O halde uygun miktarda sınırlamayla denge sağlanmalıdır. Seçim özgürlüğünün yarattığı bu baskıyı azaltmanın bir yolu, ne zaman karar vermek, seçim yapmak gerektiğine "karar vermektir". Kurallar, ilkeler, standartlar ve rutinler belirlemek suretiyle kendimizi sınırlar, karar verme durumunda olduğumuz durumları sınırlayabiliriz. Böylelikle hayatı daha baş edilebilir hale getirip, diğer insanlara kendimizi adayabileceğimiz ve kaçınmak istemediğimiz ve kaçınamayacağımız seçimler için daha çok zaman bulabiliriz.

İstemek ve hoşlanmak:

Genellikle istediğimiz şeyler aynı zamanda hoşlandığımız şeylerdir de, bize haz ve mutluluk veren şeyler. Fakat istemek ve hoşlanmak farklı şeylerdir. Ve bazı durumlar altında birbirinden bağımsız olarak var olabilirler. Tıpkı umulan tercihlerle gerçekte seçtiklerimiz arasındaki uyuşmazlık gibi. Her zaman seçim yapmak istediğimizi düşünürüz ama, gerçekten seçim yapma durumunda olduğumuzda bundan hoşlanmayabiliriz. Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında, fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratmaktadır.

Kaçırılan fırsatlar:

Çok sayıda seçeneğe sahip olmanın sakıncalarından biri de her yeni seçeneğin trade-off listesini artırmasıdır. Ve her yeni trade-off un psikolojik sonuçları vardır Trade-off yapmak zorunda oluşumuz aldığımız kararlarla ilgili duygularımızı etkiler. Daha da önemlisi, trade-off'ların varlığı, verdiğimiz kararlardan aldığımız tatminin düzeyini etkilemektedir.

1 - 2 - 3

Seçme Paradoksu - 2

Fırsat maliyeti: (opportunity cost)

Hiçbir fırsat, dışarıda bırakılan alternatifler dikkate alınmadan tam olarak değerlendirilemez. Yaptığımız her seçimin, reddettiğimiz alternatiflerine ilişkin bir maliyeti vardır. Fırsat maliyetlerinin en çok tercih ettiğimiz seçeneğin arzu edilirliğinden çaldığını düşünürsek, ve reddettiğimiz pek çok seçeneğin fırsat maliyetlerini hissedeceğimiz de düşünülürse, o halde arasından seçim yapabileceğimiz ne kadar çok alternatif varsa bunlara ilişkin de dikkate almamız gereken o kadar çok fırsat maliyeti olacaktır. Ne kadar çok fırsat maliyeti ile karşılaşırsak, seçtiğimiz alternatiften sağlayacağımız doyum da o kadar azalacaktır. Sonuç olarak, insanların tercihlerinin niteliğini belirleyen, seçimlerinin onlara sağladığı öznel yaşantıdır. Ve eğer belli bir noktadan sonra seçeneklerin artması tercihlerimize dair öznel yaşantımızdan aldığımız doyumu azaltıyorsa, daha çok seçeneğe sahip olmak durumu kötüleştirmektedir.

Araştırmacılar karar verme sürecinde trade-off'lar ile karşılaşmanın insanları kararsız ve mutsuz yaptığı sonucuna varmışlardır. Elde edilebilir alternatifler arttıkça, yapılacak seçimlerin gerektireceği trade-off'ların düzeyi de artacaktır. Zor trade-off hesaplamaları verilen kararların haklılığını zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla da kararlar ertelenmektedir. Kolay trade-offlar ise kararların haklılığının savunulmasını kolaylaştırmaktadır. Tek seçeneğe sahip olmak ise karar vermeyi zorlaştırma bakımından ortalama bir yerde durmaktadır. Çatışma, küçük ve önemsiz durumlarda bile insanları karar vermekten alıkoymaktadır. Araştırmalar, çatışma yaratan, trade-off gerektiren seçeneklerle karşılaşıldığında bütün seçeneklerin cazibesini yitirdiğini göstermektedir. Herkesten bizim yerimize karar verirken trade-offları dikkate almasını isteriz, doktorumuzun yatırım danışmanımızın v.s. Fakat fırsatları değerlendirirken bu trade-offları yapmak işi bize düşünce bundan hoşlanmayız. Çünkü trade-off lar beraberinde duygusal bir yük getirir. Fırsat maliyetleri ve onların gösterdiği kayıpları düşünmek duygusal olarak rahatsız edici bir şeydir. Potansiyel trade-offların varlığı sadece verdiğimiz karardan aldığımız doyumu azaltmakla kalmaz fakat verdiğimiz kararların niteliğini de olumsuz etkiler. Olumsuz duygusal yaşantıların karar verme süreçlerimizi olumsuz etkilediği bilinen bir şeydir. Olumlu ruh hali ise tam tersine karar verme süreçlerini olumlu yönde desteklemektedir. Bütün bunlar bir paradoksa işaret etmektedir. Çünkü en iyi kararlarımızı kendimizi iyi hissettiğimizde veriyoruz. Bizim için önemi olan, çok iyi düşünmemiz gereken daha karmaşık kararlar ve onlarla ilgili seçenekler ise tam tersine bizi huzursuz ediyor ve ruh halimizi olumsuz etkiliyor dolayısıyla da bu olumsuz ruh hali karar verme yetimizi baltalıyor.

Dikkate almamız gereken seçenekler arttıkça ve reddettiğimiz bu seçeneklerle ilgili çekici özellikler biriktikçe seçtiğimiz alternatiften sağladığımız doyum azalmaktadır. Bu, yaşantımıza sayısız yeni seçenek eklemenin genel iyi olma halimizi tehdit etmesinin nedenlerinden biridir. Seçmediğimiz alternatifleri ve onların olası getirilerini zihnimizden atamadığımız için, seçtiğimiz şeyle ilgili yaşayacağımız doyum seçmediklerimizin özlemiyle seyreltilmekte ve hayal kırıklığına yol açmaktadır. Bir tercihin değeri ancak alternatifleri göz önüne alındığında anlaşılabileceğine göre, fırsat maliyetinden bütünüyle kaçınmak mümkün değildir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, olasılıkların, toplam fırsat maliyetinin var olan alternatiflerin çekiciliğini yok etmeyecek şekilde sınırlanabilmesidir. Tercihlerimizden aldığımız doyumu azaltması dışında pek çok seçeneğe sahip olmanın bizi tedirgin etmesinin bir nedeni de bu kadar çok seçenek için de tercihlerimizin artık tamamıyla bizim sorumluluğumuzda olmasıdır. Başarılar da başarısızlıklar da artık olanaklarla ilişkili değil bizim seçimlerimizle, kararlarımızla ilişkilidir ve dolayısıyla olası başarısızlıkların tek sorumlusu biz oluruz. Başarısızlıklarımız için öne süreceğimiz bahanelerimiz yoktur yani. Seçimlerimiz bütün bu zengin olasılıklar içinde artık tümüyle bizi, kendimizi yansıtmaktadır çünkü.

Kararlarımıza yaptığımız yatırım arttıkça, onlara bağladığımız kaynaklar arttıkça onların haklılığını savunma ihtiyacımızda o kadar artmaktadır. Neden belli bir tercihte karar kıldığımızla ilgili olarak, en azından kendimizi, bu tercihin uygunluğu konusunda ikna etme ihtiyacı duyarız. Tercihlerimizin nedenlerini bulma ihtiyacı, sanki daha doğru kararlar vermemize yardımcı olur gibi olsa da, aslında durum sıklıkla bu değildir. Aslında insanlar sıklıkla önce tercih yapar ve karar verirler, ardından bu tercihlerinin nedenlerini düşünürler, bir bakıma tercihlerini aklileştirmeye çalışırlar. İnsanlar, tercihlerinin nedenleri sorulduğunda seçimlerini belirleyen en önemli hisleri yerine, en kolay dile getirebildikleri, söze dökebildikleri gerekçeleri sunmaktadırlar. Oysa tercihlerin ardında yatan birincil nedenler söze gelemeyen farklı şeyler olabilir. Tercihler için neden bulma kaygısı, aslında çok önemli olmayan gerekçeleri geçici bir süre için, sırf sözelleştirilebiliyor olmaları nedeniyle, belirgin hale getirebilir. Denmek istenen düşünmeden karar vermemiz gerektiği değildir. Sadece olası seçenekler arttıkça artan fırsat maliyetleri ve trade-off lar arasında seçimimizi makul gösterebilmek için mantıklı nedenler bulma ihtiyacımız da artmaktadır. Ve bu ihtiyaç içinde dile gelebilir nedenler bularak, doğrulanabilir tercihler yapmanın, her zaman sonradan da hoşnut kalacağımız doğru tercihlere yol açmayacağıdır. Daha az seçenek ve daha çok sınırlama ile çok sayıda trade-off ortadan kaldırılmış olur. Dolayısıyla da daha az şüphe hissedilip, kararları doğrulama ile ilgili daha az çaba harcanacak, daha çok doyum sağlanılacak, verilmiş kararlarla ilgili yakınmalar ise azalacaktır. Pek çok seçeneğimiz olduğunda başımıza gelen şeylerden bizim sorumlu olduğumuz inancı daha da kuvvetlenir.

İyi ve kötüyü ayırt etmek; iyi, daha iyi ve en iyiyi ayırt etmekten çok daha kolaydır. Basit ayrımlara dayanan milyonlarca yıllık serüvenimize bakınca, belki modern dünyanın sunduğu bunca seçenek için belki de biyolojik olarak hazır değilizdir. Seçim yapmayı öğrenmek zordur, iyi seçim yapabilmeyi öğrenmek ise daha zordur. Hele sınırsız olasılıkla dolu bir dünyada iyi seçim yapabilmeyi öğrenmek şüphesiz çok daha zordur. Belki de önemli kararları, seçimleri yapmayı bu kadar zorlaştıran şeylerden biri de bunların geri döndürülemez olmasıdır. Dolayısıyla belki de tercihlerimizi geri dönülemez olarak düşünmemeyi tavsiye etmek yerindeymiş gibi görünebilir. Fakat bunun da bir bedeli vardır. Geri dönme ihtimali olduğunda seçtiğimiz şeylerden alacağımız doyum, onlara yapacağımız psikolojik yatırım da azalmaktadır. Örneğin evliliği geri dönülmez bir bağlılık olarak gören kişinin, bu seçimine yapacağı psikolojik yatırım ve alacağı doyum, bu konuda daha rahat düşünen kişiye göre daha çok olacaktır. Boşanan bir çift için, evliliğin geri dönüşü olabilir bir karar olması çok iyi bir şey gibi görünebilir, fakat belki de geri dönülebilir bir karar olarak ele alınması, evliliğin bu noktaya gelmesinde etkili olmuş olabilir. Yeterince iyi ile tatmin olabilen kişiler ile ancak en iyi ile tatmin olabilen kişiler arasındaki farklılık çok sayıda seçenek ve trade off 'ların varlığından nasıl etkilendiklerinde de göze çarpmaktadır. Yeterince iyi ile yetinebilen insanlar trade-offları anlamsız kılan, her istediklerini içeren mükemmel bir seçeneğin hipotetik varlığını düşünmedikleri için fırsat maliyetlerine karşı daha dayanıklıdırlar. Oysa ancak en iyi ile tatmin olan kişilerin daha mutsuz olmalarının sebeplerinden biri reddettikleri olasılıkları düşünmeleri nedeniyle, hali hazırdaki seçimlerinden memnun olamamalarıdır.

Her karar verişimizde ve kararımız iyi neticelenmediğinde veya daha iyi olabilecek bir alternatif ile karşılaştığımızda verdiğimiz karardan pişmanlık duyabiliriz. Umulan pişmanlık ise her bakımdan daha kötüdür. Sadece tatminsizlik değil, aynı zamanda bir tür felç yaşatır. Ya önümüzdeki günlerde daha iyi bir fırsatla karşılaşır da pişmanlık duyarsam endişesiyle kişiler tümüyle karar vermekten, seçim yapmaktan kaçınabilirler. Her iki tür pişmanlık da, karar verdikten sonra yaşanan ve daha vermeden önce yaşanan pişmanlık, kararların duygusal değerini artırmaktadır. Umulan pişmanlık karar vermeyi tümüyle zorlaştırırken, kararları takip eden pişmanlık ise onlardan haz almayı zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla pişmanlık duygusu psikolojik olarak çok da lehimize çalışmamaktadır. Sahip olduğumuz seçenekler arttıkça kararlarımız öncesinde de sonrasında da pişmanlık yaşama olasılığımız da artacaktır. Ki bu da yaşantımıza yeni seçim olanakları eklemenin aslında bizi her zaman için daha mutlu etmeyeceğinin en önemli nedenlerinden bir diğeridir. Pişmanlık duygusunun bir diğer önemli belirleyicisi sorumluluktur. Yaşadığımız deneyimler bizim kendi seçimlerimizden ne kadar çok kaynaklanıyorsa ve bu seçimlerin iyi neticelenmiyorsa yaşayacağımız pişmanlık da daha fazla olacaktır. Dolayısıyla tam istediğimiz şeyi seçmemize olanak tanıyan seçeneklerin çoğalması, aynı zamanda, seçtiğimiz şey beklediğimiz ve istediğimiz sonuçları vermeyince pişmanlık duymamızı da kolaylaştırmaktadır.

1 - 2 - 3

Seçme Paradoksu - 3

Ayrıca pişmanlık sorununu derinleştiren etkenlerden biri de böyle düşünmenin sadece nesnel gerçeklikle sınırlı olmamasıdır. Dünyayı gerçekte olduğu gibi değil de olabileceği, olmuş olabileceği gibi değerlendirmek yani gerçeklikle uyuşmayan biçimde düşünmek de aldığımız veya alacağımız kararlardan sağladığımız doyumu veya pişmanlıklarımızı etkilemektedir. Özellikle, "ancak en iyi ile tatmin olan insanlar" (maximizer) için bu bir sorundur. Çünkü yaşadıkları her gerçeklik ne kadar iyi olursa olsun, zihinlerinde tasarladıkları mükemmel durumla kıyaslandığında oldukça donuk ve yetersiz kalmaktadır. Ve pişmanlığı bu kadar kötü bir duygu haline getiren şey, ona neden olan durumun eğer biz daha farklı davransa idik gerçekleşmeyecek olmasıdır. Pişmanlık duygusu sadece aldığımız pek çok kararın sonucunda yaşanmaz, aynı zamanda sıklıkla pişmanlık duygusundan kaçınma arzumuz tercihlerimizi belirler. Pişmanlık duygusundan kaçınmamızın bir diğer daha dramatik sonucu ise karar vermekten, seçim yapmaktan tümüyle vazgeçmektir. (inaction inertia: eylemsizlik süredurumu) Seçenekler çoğaldıkça fırsat maliyetleri artacak, fırsat maliyetleri arttıkça da pişmanlık duygusu artacaktır, aynı zamanda artan pişmanlık yaşama olasılığından dolayı tercih yapmaktan, karar vermekten tümüyle kaçınmak da bir tepki olarak yaygınlaşacaktır. Pişmanlık sorunu "maximizer" ler için "satisficer"lara kıyasla daha büyük mutsuzluklar yaratacaktır. Çünkü yaşanılanlar, tercihler ne kadar iyi olursa olsun bir maximizer için her zaman daha mükemmel bir alternatif söz konusudur. Oysa satisficer için böyle bir arayış gereksizdir.

Verdiğimiz kararların bizi hayal kırıklığına uğratmasının bir diğer nedeni ise adaptasyon dediğimiz süreçtir. Şeylere alışırız ve onları elimizin altındaymış gibi farz ederiz. Haz duyduğumuz şeylere alışırız ve onlar böylelikle birer haz kaynağı olmaktan çıkar. Adaptasyon yüzünden olumlu deneyimlerden aldığımız haz sürekli değildir, daha da kötüsü insanlar sıklıkla bu gerçeğin, yani eninde sonunda adaptasyon sürecinin işleyeceğini, ummazlar. Hazzın ve zevkin zamanla azaldığını görmek sıklıkla beklemediğimiz ve hoşnut olmadığımız bir sürpriz olarak karşımıza çıkar. Bu tür bir hedonik adaptasyon, beklediğimiz ve istediğimiz bir şey olmasa da, kaçınılmazdır. Ve pek çok seçeneğin olduğu bir dünyada, seçeneklerin sınırlı olduğu bir dünya ile kıyaslandığında daha da çok hayal kırıklığına neden olur. Hedonik adaptasyon kimi zaman sadece alışmakla gerçekleşirken, bazen de yeni deneyimler neticesinde referans noktamızın değişmesinden de kaynaklanabilir. Sonuç olarak daha çok seçeneğe sahip olduğumuzda, karar verme sürecine daha çok yatırım yapmamız, daha çok çaba sarf etmemiz gerekir ve bu yatırımımız karşılığında da kararlarımıza ilişkin haz beklentilerimiz artar; fakat buna rağmen, kaçınılmaz olarak, adaptasyon süreci işleyecektir. Ve sonuçta yaşadığımız hazzın düzeyi ve süresi beklentilerimizi karşılamakta yetersiz kalacak ve daha çok hayal kırıklığına ve pişmanlığa neden olacaktır.

Bütün bunlar düşünüldüğünde seçeneklerin artması kişinin özgürlüğünü artıran bir imkan olmaktan çıkıp, tam tersine ağır duygusal bir yük olarak değerlendirilebilir. Adaptasyon hayatımıza özgürlüğün ve bolluğun getirdiği nesnel gelişmeleri olumsuzlamaz, sadece bunlardan aldığımız tatmin olma hissini etkiler, duyduğumuz hazzı azaltır. Fakat bu kaçınılmaz sürecin farkında olursak, ve onu beklersek, oluştuğu zaman yaşayacağımız hayal kırıklığını kontrol altına alabiliriz. Karar verme sürecide adaptasyonu da hesaba katmak, en iyi yerine, yeterince iyi olan tercihlerimizle de tatmin olmamızı sağlayabilir. Ve en önemlisi şu anda sahip olduğumuz şeylerle ilgili olarak minnettar olmamız gerektiğini hatırlatabilir. Her ne kadar adaptasyon sürecine müdahale edemesek de minnettar olmak, şükretmek doğrudan bize bağlı olan bir durumdur. Hayatlarımızın nasıl daha iyi hale geldiğine odaklanmakla, adaptasyonun yaratacağı hayal kırıklığını azaltmak mümkün olabilir. Modern yaşamda deneyimlerimizden aldığımız tatminin azalmasının nedenlerinden biri de kendi yaşantılarımızı kıyaslayacağımız şeylerin bolluğudur. Ve seçeneklerdeki çokluk bu tatminsizliğe katkıda bulunmaktadır. Maddi ve sosyal şartlarımız geliştikçe kendimizi kıyasladığımız standartlar da yükselmektedir. Haz duygusunun referans noktası arttıkça bizim beklentilerimiz ve hayallerimizin çıtası da yükselmektedir. Beklentiler gerçeklerle aynı düzeyde seyrettiği sürece insanlar daha iyi standartlarda yaşayabilir ancak, bu durum yaşantılarıyla ilgili olarak daha iyi hissetmelerini sağlamaz. Seçeneklerin artması kaçınılmaz biçimde beklentilerin de artmasına neden olmaktadır. Hayatlarımızın kalitesini artırmak için beklentilerimizi kontrol etmek yapabileceğimiz en anlamlı şeylerden biridir. Fakat gerçekte deneyimlerimiz gittikçe iyileşirken, beklentilerimizi mütevazı kılmak oldukça zordur. Bunun yollarından biri ise harika deneyimleri nadiren yaşamaktır. En sevdiğiniz kıyafeti sadece özel günlerde giymek gibi.

Maximize etmek en iyiyi hedeflemektir, dolayısıyla da görece değil mutlak standartları gerektirir. En iyinin ne olduğunu keşfetmek ne kadar zor olursa olsun, tek ve mutlak bir en iyi vardır mutlaka. Mutlak standartları olan bir kişi başkalarının ne yaptığından muhtemelen çok etkilenmeyecek, başkalarını referans olarak almayacaktır. Diğer yandan yeterince iyiye razı olmayı gerektiren "yetinmek (satisficing)" yaklaşımı kişinin kendisine ve başkalarını kıyaslamasını, dolayısıyla da görece standartları dikkate almayı gerektirir. Fakat gerçeklikte, yani yaşadığımız dünyada durum bunun tam tersidir: en iyiyi arzulayan maximizerler daha göreli standartlara sahipken satificerler daha mutlak standartlara göre yaşamaktadır. Teoride en iyi herkesten bağımsız olması gereken bir nitelikken; pratikte en iyinin ne olduğunu belirlemek kişinin sonu gelmez kıyaslamalar içinde başkalarının ne yaptığını, ne düşündüğünü değerlendirmesini gerektirir. Diğer yandan "yeterince iyi" kavramı mutlak standartlarla belirlenemeyecek olmasına rağmen; pratikte "yeterince iyi" ile tatmin olan insanlar nispeten daha özgürce, diğer insanlardan ve sosyal kıyaslamalardan bağımsız olarak "yeterince iyi" standartlarını belirlemektedir. Seçenekler arttıkça en iyi için karar verme süreci zorlaşmaktadır, bu nedenle kararlarımızı belirlerken diğerlerinin kararlarına, ve seçimlerine daha çok bağımlı hale gelmekteyiz. Sosyal kıyaslamalar yaptıkça da, bu kıyaslamalardan etkilenme ihtimalimiz de artacaktır, ve bu etkilenme de sıklıkla olumsuz yönde olmaktadır. Yaptığımız kıyaslamalar, verdiğimiz kararlarla ilişkili olarak kendimizi daha kötü hissetmemize neden olur. Bu durum özellikle maximizer lar tarafından daha yoğun biçimde yaşanmaktadır.

Seçim özgürlüğü ve modern yaşamın beraberinde getirdiği sınırsız imkanlar beraberinde gerçekçi olmayan beklentileri de getirmiştir. Diğer yandan sahip olduğumuz olanaklar, ve özgürce seçim yapabiliyor oluşumuz kontrol duygumuzu ve hayatımız üzerindeki sorumluluk duygumuzu da artırmıştır. Bireyselleşen bir dünyada yaşantımızın gidişatından artık bizler sorumlu hale gelmişizdir. Modern dünyanın sağladığı refah ve fırsat- seçenek zenginliği içinde insanoğlu kendi kapasitesini aşan, acizliğini yok sayan bir kontrol duygusu içinde aşırı yüksek beklentilerle güdülenmektedir. Dolayısıyla da istenmeyen, hayal kırıklığı yaratan her seçim, hatta umulduğu kadar haz vermeyen her olumlu yaşantı bile, kişinin kendi kendisini suçlamasına, yapmadığı, tercih etmediği olanaklar yüzünden, kaçırdığı fırsatlar yüzünden pişmanlık duymasına ve modern yaşamın bütün refahına rağmen mutsuz ve doyumsuz olmasına yol açmaktadır. Modern dünyada klinik depresyonun bu kadar yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de budur.

Kaynak: psikoloji profesörü Barrry Schwartz, The Paradox of Choice adlı kitabından

1 - 2 - 3

Hayyam’ın Rubailerinde Ölümsüzlük Arzusu - 1

Yazan: Laden Parsi
Çev.: Doç. Dr. Metin YASA
Dursun Ali TÜRKMEN


Bu makalede, rubailerine özel atıfla, Hayyam’ın yaşam, ölüm ve ölümsüzlüğe ilişkin görüşleri tartışılmaktadır.


Tarihte ve özellikle İran Edebiyat Tarihi’nde Ömer Hayyam, bilge, filozof, matematik bilgini, astronom, hakim ve şair gibi unvanlarla anılmaktadır.

Bununla birlikte, şair oluşu, eski kitaplarda görmezlikten gelinmiştir. Sözgelimi, Nizami-i Aruzi, Çahar Makale adlı eserinde Hayyam’dan astronom unvanı adı altında söz ederken, Ebu’l - Hasan Beyhaki, Tarih-i Beyhaki ve Tetimme-i Sıvan el-Hikme adlı eserlerinde Hayyam’ı otorite, filozof, hüccet el-hak unvanlarıyla anmıştır.

Hayyam’ın ölümünden elli sene sonra, ilk defa, İmadeddin Katib-i İsfehani, Haridet el-Kasr (bu eser Arapça’dır) isimli kitapta Hayyam’ın şairlik yönünden ve rubailerinden söz etmiş ve onun biyografisini Horasan şairleri arasında anmıştır.

Hayyam’ın felsefesinde, maddenin ötesinde herhangi bir şeyin varlığı söz konusu değildir; dünya, gizem dolu bir birleşme ve rastlantıyla sürekli ve öncesiz bir biçimde hareket halinde olan atomların bir araya gelmesi sonucu varlık kazanmıştır, bu nedenle insan da madde ötesine yönelik herhangi bir korku ve ümide sahip değildir.

Sadık Hidayet, 1313/1934 yılında kaleme aldığı Teraneha-yı Hayyam isimli eserinin Önsöz’ünde şöyle der:

“Hayyam, bilimsel ve felsefi eserlerinde, gizliliği ve takiyyeyi seçmiş olmakla birlikte, kimi bilimsel konuları işlerken, farkında olmadan ortaya koyduğu kendine özgü bazı kuramlar görülebilir. Nevruzname isimli eserinde özetle şöyle yazıyordu:

“Yüce Tanrı’nın emriyle dünyaya ilişkin durumlar değişti ve dünyanın düzeni ve dönüşü gibi yeni şeyler ortaya çıktı.”

Hayyam’ın rubaileri, evrene ve varlığa ilişkin maddeci bakışı nedeniyle, eskiden olduğu gibi şimdi de dindar kesim tarafından hoş görülmemektedir.

Hayyam, iyilik ve kötülüğe inanır; ancak iyilik ve kötülüğün öte dünyada değil, aksine, ilgili fenomenlerin, insanın düşünce ve davranışlarına bağlı olarak bu dünyada ortaya çıktığı kanısını taşır:

İnsan doğasında iyi ile şer
Kaza ve kaderde sevinçle keder
Feleğe etme havale ki, akıl açısından,
Felek, senden daha çaresiz bin beter

Hayyam, yıldızların, gezegenlerin ve doğanın insanların hayatında etkili olduğunu araştırıp inceleyen biri olmamış olsaydı, ulaştığı inanç şu olacaktı: Evrenin yaratıcısı yoktur; her şey nasıl varsa, o şekilde vardır ve öylece varolmaya devam edecektir.

O’nun ölüm sonrası bir evrene inanmayışı ve ilgili konudaki baskın düşünceleri, en iyi şekilde şu rubaide görülebilir:

Derler: cennet ve kara gözlü eş olacak
Orada şarap, süt ve türlü aş olacak
Şarap ve sevgili seçtik diye neden korkalım
Görünen o ki, sonunda, aynı iş olacak

Aynı düşünceyi, Hayyam’a atfedilen şu rubaide de görmek mümkündür:

Aşık ve sarhoş, cehennemlik derler
Gönül bağlanamaz buna, yok bu sözde karar
Eğer, cehennemlik olacaksa, aşık ve sarhoş
Yarın, olacak cennet, avuç içi kadar yer

Gerçekte Hayyam, yalnız yarını olmayan yaşam adına kabus dolu güzel yönü ön planda tutarak bu evrenin güzelliklerinden haz almayı bilmekte ve hepimizin sonu olan yokluk karşısında ise her anı değerli saymakta ve bu hususu da en büyük sermayesi olan kimi rubailerinde ortaya koymaktadır. Bu anlayışına örnek, işte birkaç rubai:

Küfür durağından dine, bir nefes
Kuşku aleminden yakine, bir nefes
Bu değerli tek nefesi hoş çek,
Zira ömrümüzün neticesi de, bir nefes


Bu ömür kervanı, nice geçmekte
Yakala bir anı ki, şence geçmekte
Saki; dostların yarınki derdini neden çekersin?
Önce sun kadehi, zira gece geçmekte

1 - 2

Hayyam’ın Rubailerinde Ölümsüzlük Arzusu - 2

Hayyam, yaşamının güzelliklerini, insanın bu toprak yere niçin gelip gittiğini sorgulamaya borçludur:

Gelmemden feleğin olmadı yararı
Gitmemden de artmadı, konum ve şanı
Hiç kimseden de duymadı iki kulağım,
Bu gelme ve gitmenin neydi nedeni?

Hayyam, araştırmalarına yönelik değerli bir cevap bulamadığı için, feleğin kötülüğünden ve insanın iradesi dışında gelişinden daralmış bir gönülle şöyle der:

Gelmezdim, elimde olsaydı gelmem
Nasıl giderdim, elimde olsaydı gitmem
Bu harap dünyada daha iyisi olmazdı;
Ne gelmem, ne gitmem, ne olmam

Daha önce toprağa karışanları, toprak olanları görünce de, çaresiz, ölüme inanır. Şöyle der:

Bu köhne kervansaray ki, adı dünya
Konaktır, sabah akşam denen alaca ata
Yüz Cemşid’den geri kalan bir meclis
Uyku yeri mezardır, yüz Behram’a


Birlik olarak çırpınca elimiz
Gamın başına neşeyle tekme atarız
Sabah olmadan kalkıp demlenelim biraz
Zira, çok defa sabah olur ve nefes alamayız biz.

Hayyam, yaşamsal zorunluluk karşında feleğin bile gücü olmadığını kabul ederek, şöyle der:

Gönül kulağıma gizlice söyledi felek
Ki hükmü kaderdir -benden bilerek
Eğer olsaydı dönüş, elimde benim
Kurtarırdım serserilikten kendimi giderek.

Hayyam’ın yaşam ve ölüm konusundaki düşüncelerin ve ilgili fenomenlere karşı serzenişte bulunuşunun zihnine takılması, yalnızca onun yaşadığı döneme özgü bir şey değildir. Bunun için, üçüncü binyılın başlangıcında bulunan insanlığın, henüz yaşamın nedenini ve ölümden kurtulmanın izini bulmadığını anmamız yeterlidir.

Hayyam’ın rubailerinin büyük çoğunluğunu, yaşam sevgisi ve bu sevgiden el çekme sıkıntısı oluşturmaktadır. O, ölümden kurtulmanın mümkün olmadığını söyler. Yaşamı bu bağlamda tanıtır. Her şeyi hiç ve saçma kabul eder ve her çaresizlik anını da fırsat sayar. İşte bütün bunları ilk dile getirenin / ileri sürenin Hayyam olduğu söylenebilir.

Ancak daha derin bir bakışla incelendiğinde, ölümü yadsıma ve ölümsüzlük bağlamı içinde olan insanın Cemşid ve Gılgamış döneminden günümüze kadar gelen amansız ölüm korkusunu yenebilmesi, sıkıntı ve hastalığından kurtulabilmesi için gösterdiği çabanın gerçekleşmesi, Hayyam’a göre, onun yaşam sürecindeki mutlulukların tamamını ve yaşadığı anı, tüm sıkıntılardan kurtulma aracı olarak değerlendirmesine bağlıdır. Hayyam, anılan konuyla ilgili olarak şöyle der:

N’olaydı, bir dinlenme yeri olsa
Yahut olabilseydi çıkmak bu uzak yola
Ah! Yüzbin yıl sonra toprağın içinden,
Ot gibi yine yeşerme umudu bulunsa

Hayyam’ın rubailerinde sıklıkla dile getirilen ölümsüzlük arzusu, satır aralarında ortaya çıkmakta ve eserlerinde de sürekli olarak yakalamaya çalıştığı söz konusu arzu işlenmektedir.

1 - 2

Birden sonra gelen nesnelerin türemesi ve düzeni üzerine

V - II Ennead - Dokuzluklar


1- Bir her şeydir ve kendi dışındaki şeylerden hiçbiri değildir. Her şeyin ilkesi olduğu için, her şey değildir; fakat her şeydir. Çünkü her şey sanki ona döner veya daha çok, onun kadar var değillerdir; fakat olacaklardır. - Bütün nesneler, basit olan, kendi özdeşliği içinde hiçbir çeşitlilik ve hiçbir sır (repli) taşımayan Bir’den nasıl türer? - Onda hiçbir şey olmadığı için her şey ondan gelir. Varlığın var olması için, Bir bizzat varlık değildir; fakat varlığın türeticisidir (generateur). Ve varlık ondan ilk olarak doğan şey gibidir. Bir, hiçbir şey aramadığı, hiçbir şeye sahip olmadığı ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için yetkindir; yetkin olduğu için bolluk (surabondance) olur ve bolluk olma, ondan, farklı bir şeyi meydana getirir. Türemiş şey Bir’e doğru döner; o Bir'in soyundandır ve bakışını kendine doğru döndürerek Zekâ olur; türemiş varlığın, Bir’le ilişkili biçimde, türemesini durdurması, varlık olmasını; bakışını kendine döndürmesi ise zekâ olmasını sağlar ve o Bir’e bakmak amacıyla durduğundan, hem zekâ hem de varlık olur.­

Zekâ, Bir’e benzediği için, gücünü dışa akıtmak suretiyle türetir. Onun meydana getirdiği şey, bizzat kendinin bir imajıdır; o kendinden önce olan Bir gibi dışarıya dökülür, döküldü de. Varlıktan çıkan bu fiil Ruh’tur; bu türemede Zekâ hareketsiz kalır. Aynı şekilde, Zekâ’dan önce olan Bir de, Zekâ’yı türetirken hareketsiz kalır.

Fakat ruh, bir şey meydana getirirken hareketsiz kalmaz; bizzat kendinin bir imajını türetmek için hareket eder; geldiği varlığa doğru dönerek doğurgan olur ve farklı bir hareketle ve ters yönde ilerleyerek, bitkilerde, tabiatta, duyum demek olan, bizzat kendinin bu imajını türetir. Bununla birlikte hiçbir şey, kendinden önce gelen şeyden, koparak ayrılmaz; böylece ruh, bitkilere kadar ilerler gibi görünür; bitkisel ilke ruha ait olduğu için, ruh bir anlamda bitkilerde de ilerler; fakat bu ilerleme bitkilerin ötesine kadar gitmez. Ruh bitkilere gelir; çünkü orada aşağı bölgeye kadar inerek, bu türemede (procession) ve aşağı varlıklara karşı ilgisinden dolayı bir başka varoluşu meydana getirir. Fakat, onun Zekâ’ya bağlanan ve kendi zekâsını teşkil eden, bu üst bö­lümü hareketsiz kalır.

2- Sonuç olarak, ilk varlıktan son varlığa kadar türeme böyle olur. Her şey kendine özgü yerde kalır; türeyen şeyin sırası, kendini türeten şeyin sırasından aşağıdadır ve her şey kılavuzunu izledikçe bu kılavuza eş olur. Ruh bitkiye geldiği zaman, orada kendinin bir parçası bulunur; bitkiye kadar ilerlediği için, bu onun en gözü pek ve en ihtiyatsız parçasıdır. Ruh bir hayvanda olduğu zaman, onu hayvana doğru yönelten şey, duyusal gücün baskınlığıdır. Ruh insana girdiğinde, onun etkinliği ya akıl yü­rütmeyle sınırlanır veya zekâ’dan gelir. Çünkü ruhun kendine özgü bir zekâsı vardır ve kendini anlama ve kendiliğinden hareket etme iradesine sahiptir.

O halde söze kaldığımız yerden devam edelim. - Bir ağacın sürgünlerini veya dallarının ucunu kestiğimiz zaman, onlarda bulunan ruhun parçası nereye gider? Geldiği yere. Çünkü, ruhu kaynağından ayıran hiçbir mesafe yoktur. Ruh, ilkesiyle tek bir bütün oluşturur. - Fakat ağacı kökünden keser veya yakarsak, ruhun onda bulunan parçası nerededir? Yer değiştirmeyen bir ruhtadır ve bu parça aynı yerde değil de başka yerde bulunsa bile, ruha yeniden yükselerek orada olacaktır; eğer oraya yükselmeseydi başka bir bitkinin gücü olacaktı; çünkü o kendi üzerine büzülmez ve eğer yükselseydi ruhun üst(ün) gücünde olacaktı.

Ve ruhun parçası nerededir? Kendinden üstün güçte; bu son güç Zekâ ile sınırdaştır; fakat bu yer sınırdaşlığı değildir (çünkü sö­zünü ettiğimiz hiçbir şey belli bir yerde değildir; bu, Zekâ için çok daha fazla doğrudur, dolayısıyla ruh için de doğrudur). O halde ruh hiçbir yerde değildir; hiçbir yerde olmadığı için, her yerde olan bir varlıktadır. Eğer ruh üst bölgeye doğru hareketini,
tam yukarıya varmadan önce, yarı yolda durdurursa, arada bir hayat sürer ve kendinin arada kalan parçasında durur.

Böylece şey hem İlk’tir ve hem ilk değildir, İlk’tir, çünkü ilk olandan türemiştir, ilk değildir, çünkü İlk olan, her şeye varlık vermekle birlikte, kendinde kalır. O halde her şey, doğru bir çizgi halinde uzanan bir Hayat gibidir. Çizginin art arda gelen noktalarından her biri farklıdır; fakat çizginin bütünü süreklidir. Çizginin durmaksızın farklılaşan noktaları vardır; fakat önceki nokta, onun ardından gelen noktada kaybolmaz. -Ruhun parçası bitkiye geldiği zaman, kendi sırasında, hiçbir şey tü retmez mi? -O, içinde bulunduğu bitkiyi türetir. Fakat bu sorunu başka bir ilkeden hareketle gözden geçirmelidir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP