Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 1

Prof.Dr. Ergun Türkcan


I - GENEL YAKLAŞIM VE SORUNLAR

Bilim, Bilimsel Devrim ve Osmanlı... Bir cümle içinde bir araya getirilmeleri çok güç terimler. Ön-Asya Dünyasında, çeşitli bilim gelenekleri ve medeniyetlerin yani Hellen-Bizans, Arap-îslam, Sassani - Zerdüşt, Süryani Hıristiyan bilim ve kültürlerinin zayıfladığı, statik hale geldiği veya silindiği bir aşamada, 14. yy sonu ve 15. yy başında ortaya çıkan Osmanlı devletinine ön-Asya bölgesinde benimsediği İslam’dan ne de daha sonra kuramlarıyla birlikte ele geçirdiği Doğu Roma’dan canlı bir bilim-kültür mirası kalmadı. İstila, ayaklanma ve saray entrikası dışında, içsel dinamiklerden kaynaklanan büyük toplumsal dönüşümler yaşayamayan “Şark” toplumlan için “Devrim” 19. yy’a hatta 20. yy’a kadar bilinmeyen bir olgudur. Toplumun ve / veya devletin temel felsefesi statükoyu bozmamak, hiçbir parametreyi değiştirmemektir.  Sibernetik  veya  “homeostatic”  (1) bir toplumda tedrici “yenilikler” dahi kontrol altındadır. Bir yaklaşıma göre, ufak birikimlerin yarattığı büyük değişimler, ani bir devrim olgusu, bu sistemlere her bakımdan yabancıdır. Ancak, sistem durağanlığından doğan içsel çürüme, sistemi koruma çabaları sistemi tahribe yöneldiğinde ortaya çıkan doğal çöküşler, bir devrim değil, bir deprem, fırtına gibi doğa olayı biçiminde algılanabilir. Oldukça iradi ve ferdi (fertler tarafından yönlendirilen) nitelikte görünen Devrim olgusuyla bazı fertlerin her şeyi sorgulamasıyla hareket eden bilim süreci Osmanlıya tarihsel olarak tamamen yabancıdır. Nerede kaldı ki, iki olguyu birleştiren Bilimsel Devrim...

Bilim Devrimini nasıl tanımlayabiliriz? Avrupa’da, 16. yy dan 17. yy sonuna kadar bilim ve düşünce hayatında ortaya çıkan çok radikal yaklaşımların kabul edilip, “Antikite” den gelen otorite ve teorilerin başta, Aristo ve Batlamyus (Ptolemy) olmak üzere terk edildiği süreç. Daha kesin olarak, bu devrimin içsel tarihi göz önüne alınırsa, 1543’te, Nicholas Copemicus’unDerevolutionibus orbium coelestium” (Gök cisimlerinin hareketleri hakkında) ve yine aym yıl basılan ilk anatomi kitabı, Andreas Vesalius’un “De humani corporis fabrica” (İnsan vücudunun yapısı hakkında) yayınlanmasıyla başlayıp Isaac Newton’un 1687’de “Principia Mathematica Philosophia Naturalis” (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) ile sona erdiği ve başka bir evreye, “Aydınlanma Dönemi”ne geçtiği varsayılan çok özel bir süreç. Ancak bütün süreçler gibi, bunun da gerisinde, paralelinde ve tabii ilerisinde başka olgular ve süreçler var. Zaten tarihin düğüm noktası da burada; tüm bilinmeyen, “kozmik” sorular burada sorulmaya başlanıyor; çünkü, Avrupa’nın dünyadan kopuş noktası bu dönem ve biraz daha gerilere rastlıyor, iktisadi ve siyasi ko puşu kesinleştiren ve ayrı dünyaları tescil eden Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi bu uzun sürecin bir devamı veya sonuç bölümleri gibi görünüyor.

Temel kozmik soru nedir? Niçin Batı Avrupa bilim ve teknolojide devrimler yaparak, kendi içsel dinamikleriyle modernleşip, hegomonik bir güç haline gelirken, modem dönem başmda güçlü görünen, hatta Çin ve Arap medeniyetlerinde görüldüğü gibi, bilim ve teknolojide nispi üstünlüğüne rağmen, Şark toplumları, bu arada Osmanlı, bu sürece katılamamıştır? Bunun temelinde Bilimsel Devrim (BD) mi vardır yoksa Bilimsel Devrimin temelinde yatan olgular mı? Bu nedenle, BD’yi veri alıp Osmanlının niçin bu devrimden etkilenmediğini veya katılmadığını araştırmak çok verimli bir yaklaşım sayılmaz. En azından BD ile ilgili bilinen bazı temel noktaları ve bu süreçte de henüz aydınlanmamış bazı kozmik sorunları hatırlatmak yerinde olabilir.

Çok iyi bilinir ki BD’nin arkasında ve paralelinde bir Rönesans, Yeniden Doğuş (Renaissance) ve Kilisede Reformasyon ve Karşı-Reformasyon denilen süreçler vardır. Ayrıca 14. yy’dan 17. yy ortasına kadar süren bu iç içe girmiş olguların yanı sıra, 15. yy’dan itibaren hızını arttıran coğrafi keşifler ve bunun yarattığı ticarete dayalı bir Kapitalist veya proto-Kapitalist bir sistem, Merkantilist Çağ özellikleri mevcut; bu Çağ’da yaşanan önemli bir Askeri Devrim, ulusal devletlerin, mutlakiyetçi (absolutist) kralların hegemonik taleplerine bilim ve teknolojinin bulduğu çözümleri içeriyor. Keşifler mi Kapitalizmin kapısını araladı yoksa yüksek kar, altın talebi, yeni pazarlar ve mallar mı Keşifleri zorladı? Askeri talep ve gemicilik mi bazı bilimsel ve teknolojik buluşların yapılmasını zorunlu kıldı? Kapitalizm mi Protestanlığı yoksa Protestanlık mı Kapitalizmi doğurdu? Rönesans ile Reformun bağlantısı kadar açık olmasa da bu soru 19. yy’dan beri soruluyor. Matbaanın icadını da katarsak BD bütün bu olguların, süreçlerin bir vektörü mü yoksa tamamen bağımsız özel bir olgu mu? Başka bir ifade ile, Bilim Sistemi, kendi iç dinamikleriyle hareket eden bağımsız bir ünite midir yoksa toplumsal gelişmenin herhangi bir dereceden türevi mi? Bu ve benzer bazı temel sorunları bir şekilde cevaplandırmadan ya da bazı kabuller yapmadan, yukarıda saydığımız devrimleri ve süreçleri hiç yaşamamış olan Osmanlıdan söz etmek biraz güç olacaktır. Daha doğrusu, Osmanlı ile BD ilişkisinden...

Bu ilişkilere geçmeden önce Osmanlı tarafıyla ilgili bazı sorunları da açı­ ğa çıkarmak gereklidir. Bu tarafta üç kavram ya da terim var: Osmanlı devleti, Türkler ve İslam. Osmanlı devletini kuranların Türk soyundan gelmeleri ve önemli bir Türk nüfusunu yönetmelerine rağmen, bu devletin, 15. yy’dan itibaren tüm Türk soyundan gelenleri kapsamadığı, Hint Kıtasını yöneten, Orta Asya’yı yöneten, hatta Kafkaslardaki ve İran’daki hanedanların da Türk soyundan geldiklerini, dünyadaki Türk ve Türk’e yakın insanların çoğunun bu yönetimleri altında olduğunu hatırlatmamız gerekir.

Aynı şekilde, Osmanlının resmi dininin İslam olması, 16. yy’dan itibarende Suriye, Mısır, Hicaz ve Kuzey Afrika topraklarını kontrol etmesine rağ­men (17. yy’da Irak ve Basra Körfezinin Doğusu), bu devlet, Endonezya’dan Fas’a değin tüm Müslümanları temsil etmiyordu çünkü, yukanda saydığımız diğer devletlerdeki Müslüman sayısı Osmanlı tebaası Müslümanlardan daha fazlaydı. Şimdi başka bir açıdan düşünelim: Osmanlı devlet topraklarında çok önemli miktarda diğer dinler mensubu mevcuttu. Bunların başında, Doğu Roma’nın Ortodoks Rum (Romalı) tebaası gelmekteydi. İslam’dan sonraki ikinci resmi inanç (confession) olarak, Ortodoksi ve Ökümenik Patriklik, 19. yy başına (Yunan İsyanı) kadar devletteki önemini ve itibarını korumuş­tur. Bu topraklar, hemen bütün dinlerin ve hatta felsefelerin (bilimin) doğduğu tarihi mekanı temsil eder. Osmanlı, bu anlamda Roma’ya benzer ve aslında onun tabii mirasçısıdır. Genişleme dinamiği, Heilenistik Çağdan beri, toleransı ve ortak yaşamı (cohabiation) gerektirmektedir. Bu bakımdan Osmanlı devleti bir kültürler-dinler mozaiğidir (2). (Roma ile başka bir benzerlik, bu sistemin, Eski Grek-Helen bilimini aldığı yerden ileriye götürememesinde olduğu gibi, Osmanlı da, Suriye-İslam bilimini bulduğu yerden ileriye taşıyamamış, hatta yerinde bile tutamamıştır (3).)

Bu açıklamaya neden gerek gördüm? Genelde, bizdeki Osmanlı bilimi ile uğraşan tarihçiler, Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında, Osmanlı-Türk-îslam çizgisini savunmak için, bütün bu elemanlardan çeşitli ‘kokteyller’ hazırlamaktadırlar. Kokteylde yerine göre İslam, yerine göre Türklük ağırlık kazanmaktadır. Tabii ki, bunlar, Avrupa karşısındaki entellektüel ‘inferiorite kompleksimizin’ birer göstergesidir.

Birinci kokteyl, tabii ki kendi yapıp içtiğimiz, bilimleri ve bazı teknolojileri, bizim (Müslüman kimliğimizle konuştuğumuzda), Avrupalılara öğrettiğimiz şeklindedir. Hatta bir Prof. Başbakanımız, Avrupalılardan, ondalık sayıları her kullandıklarında ‘royalty’ almağa kalkmıştır. Kuşkusuz, Ispanya’daki Müslümanların Antik bilimleri tercüme yoluyla nakil ettikleri ve ilk Rönesansı başlattıklarını herkes bilir. Ondalık sayıları Hindistan’dan getirip cebirin temellerini atanlar o dönemin Arapça konuşan-yazan Müslümanları olup, Eflatun (Plato)’dan Aristo’ya klasik bilim kitaplarını tercüme ve şerh yoluyla unutulmaktan kurtaran, Avrupa’da karanlık Orta Çağda sönmüş bilim ateşini canlı tutanlar bunlardır. “Arapça’da bilim” in özgünlüğünü ve ne zaman ölmeğe başladığını daha ilerde inceleyebiliriz. Kuşkusuz, bu kadar bilimle iç içe girmiş insanların, tercüme ötesinde birçok katkı yaptıkları yadsı­namaz. Ancak, Müslümanların 13. yy başlarına kadar temel işlevleri bir nakil (bilim transferedir. Üstelik, bu kitapları çevirenlerin hepsinin Müslüman olmadığı da bilinir. Örneğin, Musa ibn Maymun, 1135-1204 (Moses Maimonides) bir Musevi filozof ve bilim adamı olup pek çok kitabın tercümanıdır. Ama bütün bunlar, daha Osmanlı devleti kurulmadan Avrupa’nın Batısında, Ispanya’da cereyan ediyor.

İkinci kokteyl, Uluğ Beyden Ali Kuşçu’ya değin Türk asıllı fakat başka bir Türk devletinin, örneğin Özbek tebaası bilim adamlarını ileri sürmektir. Bunlara Türk asıllı fakat çeşitli İslam devletlerinde yer alan isimler de ilave edilir. Bu durumda Türk kimliğimizle konuşmaktayız. Kimisi Türk kökenli, kimisi Müslüman, büyük bir bilim topluluğunu, “Osmanlı biliminin” önceli saymak ne kadar doğrudur? (4) Henüz ulusal devletlerin belirmediği “kavmiyet” aşamasında, insanların ana-baba veya ana dili esasında ‘Türki ve başka bir gruptan olması sadece ‘kişisel’ bir özellik olarak bilim tarihi kayıtlarına girebilir. Ulusal bilim sistemleri (bilim ne kadar ulusal olabilirse!), Avrupa’da dahi, 17. yy sonunda tam olarak belirmiş sayılmazdı; temel bilim eserleri Latince yazılıyordu. Buna rağmen, ulusal dillerde yayınlar da başlamıştı : Galileo’nun İtalyanca “Diyalogo” su bunun ilk önemli örneklerindendir. (Belki de bu nedenle yargılanmış olabilir. Çünkü Galileo’nun savunmuş olduğu Kopemik sistemini açıklayan özgün Latince kitabı yüzünden asıl yazara yönelik bir Kilise önlemi alınmamıştır; belli ki, Kilise, zararlı düşüncelerin geniş halk kitlesine yayılmasından hoşnut değildi, Latince çok sınırlı bir elite hitap ediyordu.) Bilim akademilerinin Rönesans ve Bilimsel Devrim döneminde ortaya çıktığını, daha önemlisi artık bilim adamlarına, din veya yazdıkları dille değil, belli bir devletin yurttaşı olarak referans verilmeğe başlandığı görülmektedir. Hatta kendi ülkelerinden, korku veya başka bir nedenle, ayrılıp yabanda eser verseler bile, Örneğin Jansenist  Descartes’in  Hollanda’da yaşaması gibi, Bilim Tarihleri, yine de onu Fransız, Newton’u İngiliz,  Huygens’i Hollandalı (Dutch) saymaktadır.

Osmanlı’nın içindeki Türklerin ulusal devlet içinde kendi bilimsel alt yapılarını oluşturmaları ise 20. yy’dadır. Bundan önceki Osmanlının bilim hayatını ancak, Karolenj dönemi ve daha genelde, Katolik Kutsal Roma İmparatorluğu’nun 16. yy başına kadar süren hayatı ile karşılaştırabiliriz. Bu dö­nemde Avrupa’da Latince Din-Bilim dili olup bir Hıristiyan cemaatinin üstyapı kurumlarında geçerlidir. Ulusal diller ve devletler ayrışması, matbaanın ortaya çıkıp, başta İncil olmak üzere, eski ve yeni temel bilim kitaplarının ulusal dillerde (vemaculars) basılmasıyla başladı ve bu süreç Protestanlık Hareketiyle büyük bir ivme kazandı. Protestanlığın yani Roma Kilisesi’ne dinsel başkaldırıda, matbaanın rolünü burada açıklamak gereksiz.

Osmanlı’da bu ayrım kendiliğinden olmadı: Matbaa, Türkiye’ye, daha doğrusu Osmanlıca-Türkçe yayın hayatına, 18. yy’da (1727-1729) girdi (5). Berkes’in “ilk yenilik” (6) diye adlandırdığı bu geç kalmış teknoloji transferi bir İslam Protestanlığına yol açmadığı gibi Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesine de fazla yardım etmedi. Osmanlı Devleti’nde ulusal ayrışmalar da, Fransız Devrimi’nin  etkileriyle 19. yy’da başlayarak 20. yy’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla belli bir sona ulaştı. Üstelik Osmanlı, Avrupa Hı­ristiyan Cemaati’ne göre çok-dinli ve çok-dilli bir yapı gösteriyordu. Zaten ayrışma bu farklı din ve dil gruplan içinde, özellikle Balkanlarda ortaya çıktı. Avrupa Katolik Cemaati’ne tekabül eden Sünni İslam Cemaati’nde hiçbir ayrışma olmadı; homeostatik halini korudu. Bu bakımdan, Osmanlı’yı, bilim ve düşün alanında, ancak, Kapitalizm öncesi, hatta Keşifler öncesi Avrupa ile karşılaştırmak mümkündür; çıkış noktamız da budur: Bilim Devrimi ile (varsa) Osmanlı Bilimini karşılaştırmak mümkün değildir çünkü, iki toplumun, gelişmişlik derecesini göz önüne aldığımızda, benzer yapılar da olmadığını anlıyoruz. Buna daha ilerde değiniriz. Ancak, ifademizden de anlaşılacağı gibi, Osmanlıda 20. yy’a kadar bir modem bilim olmadığını, BD öncesi toplumlarla karşılaştırılabileceğini ileri sürüyoruz. Bu da genel yaklaşımımızın bir parçasıdır. Bu yaklaşım nereden doğmaktadır?

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 2

Osmanlı’da modern bilimin doğmadığı ve olmadığı, Osmanlı’nın kendi içsel bilim tarihini incelemekle de anlaşılabileceği gibi, daha kesin bir yol, dünya bilim tarihi yazılı standart kitaplarının ve bunların endekslerinin taranmasıdır. Görülecektir ki, modem bilime katkısı olan bir Osmanlı ya da Türk ismi yoktur. Bunu bir ırkçılık, bir anti-Türk tutum saymamak gerekir. Çünkü, böyle bir isim veya katkı gerçekten yoktur. Hatta Modern Çağda, artık, üzerinde çok durulan Arap ya da İslam Bilimine ilişkin referanslar da, Çin Hint veya Kolomb-öncesi Amerikan medeniyetleri gibi dipnotlara indirgenmektedir. Dipnotlar derken bir küçümseme ifadesi olduğu sanılmasın. Çünkü, sayı­lan medeniyetlerin modem çağ öncesi ne denli başanlı bir performans gösterdiklerini, yine Batılı tarihçiler ortaya koymaktadırlar. Çin-Hint medeniyetleri çok bilinen örneklerdir; yenilerde Kolomb-öncesi Amerikan toplumları yani Aztek, Maya, Ölmek, İnka uygarlıktarı da deşifre edilmeğe başlanmış ve ilgi çekici sonuçlarla karşılaşılmıştır. Söz konusu olan, sanayi toplumuna geçebilecek bir bilim ve teknoloji bazı oluşturabilmektir. Diyelim ki, evrensel bilim tarihi değil, Osmanlı’nın kendi içsel düşün tarihinde araştırmaları yoğunlaştırıp, 17. yy’da temel bilimler alanında, gerçek anlamda özgün bir katkı bulundu. Bu ne ifade eder? Kişisel bir başarının iç ve dış dünyayla hiçbir bilimsel iletişim kurmadan, bulunduğu toplumu hiç etkilemeden, tarihin tozlu raflarında kaldığını gösterir ki, temel sorun da budur (7).

Gerçi, Batı’da pek çok buluş, teori ve bilim adamı, bir yerlerde unutulup kalmıştır (8). Ama kendileri unutulmayan ve toplumu etkileyen pek çok insan ve buluş ise modern bilimlerin temel taşlarını oluşturuyor. Esas meselenin iki cephesi vardır: İstatistik olarak, her toplumda, biyolojik anlamda yeterli miktarda potansiyel bilim (beyin, zihinsel yetenek) adamı mevcuttur ancak, bazı toplumlarda, kritik sayıda insan tarafından, yeterli bilimsel çalışmalar yapılmış veya buna imkan verilmiştir. İkincisi ise, toplumlar, geç ve zorda olsa, bu insanları ve çalışmalarını (teorilerini, icatlarını, deney sonuçları­nı) kabul ederek, esasında talep ederek, değişim süreçlerine girebilmişlerdir.

Önemli olan bilim ve teknoloji sistemi ile toplumun diğer alt-sistemlerinin etkileşim halinde olabilmesidir. Osmanlı’da, isterseniz geleneksel Türk toplumunda deyin, eksik olan bu etkileşim, toplumun alıcı (receptive) olmayışıdır. Bilim olmadığı için mi ‘alıcı’ olamamıştır yoksa alıcılık eksikliği mi bilimlerin ortaya çıkmasını bir şekilde etkilemiştir? Sadece Osmanlı uleması değil, ordusu, donanması, tüccarı, çiftçisi ve Sarayı da alıcı değildir. Alıcılık, “yenilik talebi” , tabiatı ve toplumu sorgulama yetisi, bilimsel “şüphecilik”, sadece, bilimsel sonuçların bilim toplumunda kabul görmesi ve eski düşüncenin ve teorilerin yerini alması şeklinde de algılanmamalıdır. Alıcılık, baş­ka bir anlamda, bilim sonuçlarının pratik kullanımlara dönüştürülebilmesi yeteneğidir ki, üretimden, toplumdan bir teknoloji talebi getirir; daha iyi bir hayat olabileceği, bunun gelecekte gerçekleşebileceği şeklinde, dinamik toplum “beklentisi” mevcut olmalıdır. Eğer bir toplumda, daha iyi bir hayatın geç­mişte kaldığı, eskiye dönerek daha mutlu olunacağı kanaati yer etmişse, her yenilik, her ileriye atılım, toplumu “eski” (ancient) den ayırıp, geleceğe yani fenaya götürmektedir. Bu tür toplumlara tutucu, “muhafazakar” diyoruz; daha teknik ifadesiyle, yukanda belirttiğimiz “homeostatik” toplum karakteri. Bazı iktisatçılar, bu özelliklerin, “Asya Tipi Üretim Tarzı”, “Oriental Despotizm”, “Sulamacı = Hidrolik Toplum” vb. kavramlar etrafında incelemişlerdir (9). Acaba, Osmanlı bu kavramlarla mı ifade edilmelidir? BD esnasında, yavaşça ortaya çıkan bilim ve teknoloji etkileşiminin (feedback) Osmanli’da görülememesi daha özel bir faktöre mi bağlıdır? Bunlara daha yakından bakalım.

II , OSMANLI’DA BİLİM VE TEKNOLOJİ

Osmanlı’da müspet bilimin doğmaması veya yaşayamaması hakkındaki görüşlere geçmeden önce, bilim adına mevcut olan unsurları görmeye çalış­mak ve bazı tespitler yapmak daha uygun olacaktır. Bu toplumda, ne kadar ve hangi nitelikte bir “Bilim” unsuru mevcuttu? Bilim tarihimizin klasik eserlerinden birisi A. Adnan Adıvar’ın “Osmanlı Türklerinde İlim”dir. Bu kitaba göre, Avrupa'da Rönesans Dönemine rastlayan, “Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan (1299) Fatih’in tahta çıkmasına (1451) kadar geçen bir buçuk yüzyıllık bir sürede... müspet bilimler, Osmanlı Tüıkleri arasında özel bir mevkie sahip olamamış, fakat kelam, mantık, fıkıh, evvelce Selçuklular medreselerinde olduğu gibi, okutulmakta bulunmuştur.” (Adıvar; 1982;31) Fatih’in bir Rönesans “Prensi” gibi davrandığı ve belki onlardan birisi sayılması gerektiği tartışılabilir. (Küçük, 1987, passim) Mehmet Il’nin, zamanında, Uluğ Bey’in Semerkant’ta öğrencisi (Özbek!) Ali Kuşçu gibi bir astronomu, Sinan Paşa gibi matematikçileri himaye ettiği bilinmektedir. Ancak bu ve benzeri kişiler genel bilim tarihi içinde önemli şahsiyetler arasına giremiyorlar ve Avrupa’ya ya da Akdeniz’deki diğer Hıristiyan toplumlarına paralel bir “kültürel canlanma” doğuramıyorlar. “Türk Rönesansı” , eğer böyle bir akım doğabilecek idiyse, bu da tartışılabilir, Fatih’in oğlu, tutucu Beyazıt II tarafından, babasının ölümüyle birlikte, bertaraf ediliyor. Acaba, Şehzade Cem tahta geçseydi ne olurdu? Bu spekülasyonları başkalarına ve başka zamanlara bı­rakalım.

Yükseliş dönemine girildiğinde Adıvar, “Türkiye’de XVI. Yüzyıla kadar ilmi düşüncenin pek ağır geliştiğinden” bahsederek (Adıvar, 1982;58), bu “ağırlığın, XVII. Yüzyılın yarısında daha çok belirdiğini...” ifade etmektedir.

“Gerçekten bu yılların yazmalarında, artık Avrupa’da beliren modern ilmi... düşünce hareketinden eser bile görülmez... medreselerde yavaş yavaş akli ve müspet ilimler itibardan düşmüş ve dersler daha ziyade fıkıh alanı içine kapanmıştı. Matematik, astronomi, felsefe gibi dersler, her ne kadar tamamiyle ortadan kalkmış değilse de, herhalde ikinci planda kalmıştır.” (Adıvar, 1982;126) İşte, bu dönemde, Avrupa’da Bilim Devriminin bütün sonuçlarıyla yaşandığını görüyoruz (10). Bu devrim, bilimin teolojiden kurtarılması, ayrı bir düşünce sistemi haline getirilmesidir.

Nedir bu sonuçlar? Kiliseyle çatışma, “eski bilim”le yani Batlamyus ve Aristo ile çatışma, bazen devletler (krallar, prensler ve aristokrasi) ile çatış­ma; Engizisyona kayıplar veriliyor: yakılmalar, işkenceler, hapisler, kendi ülkesinden kaçanlar ve Galileo’da görülen onur kırıcı reddiyeler (recantation); fakat, bunlar istisna oluyor, bilimsel düşünce hızla temellerini atarak, hayatla bağlantısını kurarak, “Aydınlanma”ya doğru seyrine devam ediyor. Osmanlı’da hiç bir çatışma yok; çatışacak bilim adamı ve fert yok, böyle bir çatışma anında toplumun herhangi bir kademesinden destek yok. Hükümdarın, ümeranın veya ulemanın istemediği bir düşüncenin yaşaması söz konusu değil. Halktan (burada tamamen kullardan bahsediyoruz çünkü, ne buıjuvazi ne aristokrasi mevcut) destek gelmesi bir yana, bastırılmak istenen düşünce ve/veya alim bu kalabalığın önüne konuyor, hatta bu kalabalığın öfkesi, bunların cezalandırılmasında gerekçe gösteriliyordu. Şimdi, buna bakarak, Osmanlılarda da bazı ‘martyre’ler (11), padişah himayesini kazanmış, kaybetmiş alimler bulmak olasıdır. Bu olaylardan birisini, belki de en önemlisini, Osmanlı’da yaşanan Takiyettin olayını inceleyerek, 16. yy biliminde, özellikle Bilim Devriminin temelindeki astronomide yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye yansımasını görebiliriz.

Bilindiği gibi sınırlı bir Batlamyus (İskenderiyeli Ptolemy) dünya-merkezli (geocentric) evreninden Güneş-merkezli (heliocentric) sonsuz Evrene geçiş Kopernik’in 1543 kitabı “De revolutionibus” ile başlamış, Tycho Brahe’nin çıplak gözle yaptığı son ve ayrıntılı gözlemleri, onun ölümüyle kullanmak fırsatını bulan Kepler’in 1609 “Astronomia Nova” ve 1619 “Harmonice mundi” si ile tam formunu almıştır. Galileo’nun 1618’den itibaren teleskopla yaptığı gözlemler sonucunda 1632’de yayınladığı ve başına iş açan ünlü “Dialogo” ile bilim dünyasına yerleşen yeni bilim, Aristo ve Ptolemy’nin 2000 yıllık entellektüel hakimiyetine son veriyordu. Bu olaylar gelişirken, 1576-1580 yıllarında, İstanbul’da, Padişah III. Murat’ın müneccimbaşılığına getirilen Takiyettin (1520-1585) adlı astronomun, Uluğ Bey tarafından hazırlanmış eski gök tablolarının (zic) düzeltilmesi gereğini ileri sürerek, yeni rasatlar için bir rasathane kurulmasını kabul ettirdiği ve bina inşaatına başlandığı anlaşılıyor. Ayrıca, zamanına göre gelişmiş sabit ve taşınabilir gözlem araçları yapıldığı biliniyor. Bu araçların, özellikle mekanik saat, usturlap, kadram ve rasat kuyusunun, bilinen ayrıntıları, aynı dönemde gözlem yapan Tycho Brahe’nin araçlarından geri değil, belki bazı açılardan üstün bile sayılabilirdi. Bu konuda, bizim bilim tarihinde (Adıvar, 1982;99-109 ve diğerlerinde) pek çok bilgi vardır; ben uzun alıntılar yapmak istemiyorum, ancak çağdaşı Tycho ile karşılaştırarak, bazı sonuçlara ulaşmak istiyorum (Aşağı­daki bilgiler McClelan ve Dom; 1999; 10. Bölümdendir).

Tycho Brahe (1546-1601) Danimarka’lı bir soylu olup, hayatı boyunca, kendisine ait Hveen adasında, 1570’lerden 90’lara kadar, çıplak gözle gözlem yapmıştır. Adada iki büyük astronomi sarayı inşa ettirmiştir: “Uraniborg”, Gökler Şatosu ve “Stjemeborg”, Yıldızlar Şatosu. Bunların yanında, bir matbaa, kağıt imalathanesi, kütüphane ve bir kimya (alchemy) laboratuvarı kurdurmuş, bir Rönesans bilgesi ve Feodal lord olarak çok sayıda asistanı, saray erkanı ile birlikte 1597’ye kadar burada yaşamıştır. Yeni Danimarka Kralı ile geçinemeyeceğini anlayınca da, Kutsal Roma İmparatoru Rudolphü ’nin Prag’daki sarayına giderek, birkaç yıl sonra burada ölmüştür. İşte burada, Kepler’i yanında iki yıl çalıştırmış ve uzun yılların ürünü gözlem sonuçları­nı kendisine vermiştir. İkisi çok farklı dünyaların insanları olmalarına rağ­men; birisi soyludur, ötekisi çok fakir bir aileden gelmektedir, Tycho bir Batlamyusçu olarak ölürken, Kepler, Kopemik sistemini eliptik yörüngeye oturtarak, astronomideki devrimi sonuçlandırmıştır. Kepler’in “Rudoph Tabloları” diye bilinen, İmparatorluk Matematikçisi olarak, Prag’da meydana getirdiği, Kopemik/Kepler heliyosentrik sistemininin en yeni ve en doğru astronomik tabloları Tycho’nun verilerine dayanmaktadır. (Niye niyet, kime kısmet!) Kepler kanunlarından ikisini ihtiva eden 1609, Astronomia Nova Prag’da yazılmıştır.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 3

Tycho’nun adası, üniversite ve bilim akademileri dışında ilk özel araştırma merkezi sayılabilir. Burada devlet yardımı almasına rağmen, ilk “büyük bilim” örneğinde bir girişimdir. (Bu tür araştırmalar o günden bu yana devlet desteği olmadan gerçekleşmez.) Yapılan hesaplara göre, Tycho, 20 büyük gözlem aletinin inşası için, o zamana göre çok fazla bir miktar olan, Krallık gelirinin % 1 oranında bir destek alabilmiştir (Türkiye hala milli gelirinden, bu oranın yarısını araştırmaya harcayamıyor). Bu nedenle, Tycho, bu aletlerden birinin bile en yüksek maaşlı bir üniversite profesörünün yıllık gelirinden fazlaya mal olduğunu söyleyerek övünebiliyordu.

Şimdi İstanbul’a dönersek, inşa halinde, bir kısım yazarlara göre gözlemler yapmaya başlamış Tophane Rasathanesi, Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendinin, Padişaha sunduğu, “gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edildiyse, devletin mahiv ve harap olduğunu” ifade eden arizası (jurnal) üzerine, aynı gece (Zilhice 4,987 yık, 1580’e isabet ediyor) verilen emirle, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından (top ateşiyle !) bir gecede yerle bir ediliyor. Türkiye’de bundan sonraki ilk rasathane 1911’de Fatin Hoca’nın Kandilli Rasathanesi olacaktır. Oysa, Avrupa’da 17. yy’da, teleskoplu rasathaneler dönemi başlamaktadır.

Türk-İslam sisteminde Tycho’ya benzeyen tek astronom, Timur’un torunu Özbek Uluğ Bey (1394-1449) ve onun Semerkant Rasathanesidir (1420’ 1er); bu rasathane 16. yy’da yobazlar tarafından (zamanın Talibanı) yerle bir edilmiş, yeri, ancak 20. yy’da bulunmuştur. Kardeşleri tarafından öldürülen Uluğ Bey, bir anlamda, soylu ya da yönetici sınıftan gelen, para harcama yetkisi olan bir kimsedir. Uluğ Beyin yardımcısı ve Rasathane Müdürü Ali Kuşçu, bu olaydan sonra Azerbaycan’a hicret etmiş, Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın elçisi olarak Fatih’e gönderildiğinde, Sultan kendisini onurlandırmış ve 200 akçe maaşla Ayasofya Medresesine tayin etmiştir. Ama, bilim düşkünü Fatih kendisine bir rasathane kurmamıştır. O da, Uluğ Bey Zic’ine matematiksel bir şerh yazmak durumunda kalmıştır. Takiyettin bu “zic”leri düzeltmek, yenilemek için yola koyulmaktadır.

Burada, İslam astronomlarıyla Hristiyanlar arasındaki temel bilimsel gü­dü (motif) farkını açıklamaya çalışalım. Bunun sübjektif bir değerlendirme olduğu düşünülebilir ancak, bazı objektif kanıtlar da bulunmalıdır. İslam’da vakit kavramı dinsel bir önem kazanır: Beş vakit namaz, Ramazan ve Bayram günlerinin başlangıçları ve bunun coğrafyaya tatbiki; astronom bir çeşit baş “muvakkit”, saat bildiren, durumundadır. Kozmolojik sistem Ptolemy temelindedir. Bu durum 16. yy sonunda, Kopemik’e rağmen, genelde, tüm Avrupa’da da geçerlidir; Osmanlı da aynı paradigma içindedir. Fakat, Avrupa’da birileri, evrenin yapısını anlamak (bilimsel bilgiye erişim) için uğraş verir ve gerekirse, hayatını tehlikeye atarken (Giardano Bruno), yerini değiş­tirirken (Tycho ve Kepler), hapsi ve işkenceyi göze alırken (Galileo); Osman II’da, alim, sadece, maaşlı bir devlet görevlisidir ve geleneksel tablolan dü­zeltmekle yükümlüdür. Bunun için gökyüzüne bakması gerektiğini ifade eder ve para bulursa, bu işe devam eder; vazgeç derlerse de, işi bırakır; bundan sonra direnen yoktur. Avrupalı “fert” ile Osmanlı “kul” arasındaki fark burada ortaya, çıkıyor. Orada da, Kilisenin ve devletin baskıları oluyor. Ancak, bilginler, bunlara karşı direnebiliyorlar, yer değiştirerek, kilise değiştirerek, daha geniş bir manevra alanına sahip olabiliyorlar ve sonunda eserlerini bastırabiliyorlar.

En büyük silahları, kitaplarını basabilmektir; küçük bir elit de olsa, fikirler biliniyor, geleceği etkiliyor. Osmânlıda matbaa, 18. yy’nin ilk yansına kadar olmayacaktır. Sadece, birkaç nüsha yazılı eser kalabilir, etkisi çok sınırlıdır. Bu bilimsel tartışmayı-düşünceyi yayma imkanlarından, araçlarından birinin eksik olduğunu gösteriyor. Başka önemli eksiklikler de var: Bilime talep yok, yukarıda bahsettiğimiz kişisel cesaret yok, çünkü fert yok; böyle bir cesaret hissedilse ki, bu cesaret akıl ve kurnazlıkla birlikte sonuca ulaşır yani bilim adamının silahı ve parası olmadığından, yer ve hami (prens) değiştirerek idame-i hayat (Survival) çabasına girmesi gerekir ki, Avrupa’nın tamamından çok daha büyük bir ülke olan 16. yy Osmanlı Devletinde bu imkanda yok. Bu son husustan başlayarak imkansızlıklara, bilim ortamının doğmamasmdaki negatif etkilere kısaca değinelim.

İslam’daki büyük Sünni-Şii mezhep aynlığı ilk yüz yılda ortaya çıkmış­ken Hıristiyan Dünyasındaki Ortodoks-Katolik aynmı 10-11. yy’larda belirir, ilk büyük siyasi çatışma 4. Haçlı seferinde, 13. yy’da ortaya çıkar. Katolik Kilisesi içindeki dahili muhalefet şeklinde kendini gösteren Protestanlık Hareketi ise 16. yy’da baş vermiş, 1,5 yüzyıl süren, Avrupa’nın büyük “fragmantasyonu” ve tekrar ulusal devletler biçiminde örgütlenmesinde rol oynamıştır. Sünni İslam’ı temsil eden Osmanlı’da böyle bir hareket kendisini hiç­ bir zaman göstermemiştir. Çünkü, yaklaşık bin yıllık katılaşmış iki doktrinden birisinin ortadan kalkması gibi bir sorun yoktur. Bu sürece paralel, Doğu’daki, 16. yy Sünni-Şii çatışması yeni bir din ayrımı önlemek değil, Iranilerle (Safavi) Osmanlılar arasındaki klasik yani Antik Yunan ve Roma’dan beri süregelen territoyal bir mücadeledir; burada Osmanlı Roma’nın pozisyonundadır; bu noktaya tekrar geleceğiz. Oysa, Protestanlık, Kutsal Roma İmparatorluğu artı Katolik Kilisesi’nin kendi sınırlan içinde, bu inancın ve otoritenin yerini alma tehdidi taşıyan, 150 yıllık bir Avrupa iç savaş modeline dönüşmüştür. Her iki süreç iki kutuplu bir mücadele formunda görünse dahi, sadece, Osmanlı-Safavi çatışması iki devlet arasındadır; Avrupa’da ise, iki kampta yer alan, saf değiştiren devletler, prensler, bağımsız şehirler, cumhuriyetler mevcuttur ve bu sürekli savaş durumunda, bazı fertlerin (burada bilim adamlan ve düşünürler) bu çatışmalardan yararlanarak, inanç ve yer değiştirerek yaşamlarını ve düşüncelerini korumaları olasıdır, en azından büyük bir olasılıkları vardır: Katolik krallar, İspanya ile çatışan Fransa Kralı gibi bir Protestanı koruyabildikleri gibi, Descartes gibi bir Katolik’in de, Hollanda’ya kolayca iltica edip; tıpkı Protestan Tycho ile Kepler’in, Katolikliğin Hollanda’ya gidip koruyucusu İmparator Rudolph’un sarayında iş bulmaları gibi.

Tehlikeli ve riskli de olsa, düşünceler, yaşamlar, deneyimler (yaşam permütasyonları) çok çeşitlidir; insanlar, bazen birkaç mil veya bir şehir değiştirerek canlarını ve kitaplarını kurtarabilirler. İstanbul’da yaşayan birinin Padişahın, Şeyhülislamın hatta bir saray kethüdası veya paşanın gazabından kaçması, birine sığınması söz konusu değildir. Bir Müslümanın din değiştirmesinin şer’an mümkün olmadığı, toleransın, sadece diğer dinlerin (milletlerin) kendi sosyal değerleri içinde yaşaması şeklinde algılandığı bir büyük homojen kültürde düşüncede çeşitlilik beklemek abestir.

Zaten en büyük değer, Fetih ve askerlik ise sadece kendini yeniden üretmeye şartlanmış homeostatik bir ilmiye sınıfı, “akli ilimleri” “nakli ilimlere” tercih edecek değildir; temel bilimler yani matematik ve astronomi ile tıp eğer zararlı değilse, bir teferrüat, basit bir zanaattır. Başka bir deyişle, Türkiye’de 1930’lara değin, bazı bilim adamları (izole olarak) yaşamışlar, sayıları ve bilimsel ilişkilerinin yoğunluğu bakımından bir “bilim topluluğu” (scientifıc community) haline gelememişlerdir.

Kuşkusuz, Osmanlı toplumunda da, bir biyolojik istatistik gerçeği olarak, 5 bin yıldır, bu kadar kavmin kaynaştı­ğı bir yerde, en azından, Avrupa’daki kadar, bilime, matematiğe yetenekli, akıllı insan doğmuş, bir kısmı boyunu bir yere kadar uzatabilmiştir. Ancak, düşünmeyi “farklılığı” değil, katı itaati sosyal norm kabul etmiş bir kullar toplumunda, sayıları kritik miktara ulaşamamış, bir bilim cemaati ortaya çıkmamıştır. Şimdi bunun (bilimsel ve teknolojik) talep cephesine gelelim.

Yukanda, Donanma Komutanı Kılıç Ali Paşa’nın, Padişahın emriyle, Osmanlı'daki müspet bilimlerin ilk ve son yapısı, Tophane Rasathanesi’ni yıktırdığını kaydetmiştik. Burada, tarihin veya talihin acı bir yorumu mevcut: Bu bilim cinayeti işlenirken, Avrupa’da Bilim Devrimi ve Askeri Devrim mayalanıyordu. Askeri Devrimin önemli bir bölümü denizcilik, topçuluk ve deniz savaşlarıyla ilgilidir. Keşifler çağında, astronomi ve coğrafyadan en çok yararlanan faaliyet kolu denizciliktir. Yeni Kıta’lar, topraklar, yeni mallar ve insanlar, şehirler, hızla gelişen Merkantilizmin yani ticari kapitalizmin alanını, denizcilik de bunun bel kemiğini oluşturuyordu. Yeni devletlerin desteği olsun olmasm maceracı tüccarlar, servet edinmek için her türlü tehlikeyi göze alarak, açık deniz ticaretine atılıyorlar, Batı Avrupa toplumları, ticaret ve sö­mürgeler yoluyla ilk kapitalist birikimlerini gerçekleştiriyorlardı. Bu süreç­lerde, özellikle deniz seferlerinde üç önemli teknolojik yenilik kritik önem taşır: Yeni gemi yapım teknikleri; deniz topçuluğu etrafında geliştirilen yeni deniz savaşı teknikleri; haritacılık ve modem açık deniz seyir düzeni.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 4

Özellikle, seyrüsefer ve topçuluk, bilimle (astronomi, trigonometri, kalkülüs ve coğrafya) yakından ilgiliydi. Bu alanlardaki gelişmeler denizcilerin Okyanuslarda yolunu açıyordu. Bir başka yaklaşıma göre de, Hessen tezleri, Ticari Kapitalizmin ve ulusal devletin birinci derece türevi olan denizcilik ve askerlikteki teknoloji talebi, bu alanlardaki bilimsel gelişmenin kaynağını oluşturur (12). Bu teorik tartışmayı bir tarafa bırakırsak, 16 ve 17. yy’daki açık deniz kaptanlarının, belli düzeyde hesap, astronomi ve coğrafya bildiklerini varsayarız. Bu denizciler, kendilerine harita ve seyir (logaritma) tabloları yapanlara şükran duymuşlardır. Ancak Akdeniz’e hapis olmuş Türk Donanması ve 1571 Lepanto bozgunundan canını zor kurtarmış Kalabriyah (Goodwin; 1999; 125) Kılıç Ali Paşa’nın bilime böyle bir şükran borcunun olmadığını, Osmanlı Donanmasının başına gelen felaketi analiz edemediğini anlı­yoruz. Bu felaketi analiz eden bir Batılı tarihçi, sadece Lepanto değil, Hint Okyanusundaki bozgunların da anahtarını veriyor. Akdeniz tipi kadırgalarla, birbirine yanaşarak bir kara savaşı düzeninde savaşan Türkler, yüksek güverteli, gelişmiş yelkenleriyle yüksek manevra yeteneği sergileyen ve uzaktan topçu atışı yapabilen Atlantik tekneleriyle başa çıkamadılar. Bu teknelere yanaşmak ve menzillerine girince, salvo ateşiyle karşılaşmamak mümkün değildi. Daha iyi tekneler yapmak için kereste sıkıntısı değil irade eksikliği ya da “teknolojik durgunluk” izahı daha akla yakındır. (Cipolla, 1970; 79-83) Bü­tün bunlardan, kara savaşındaki eksiklikleri de göz önüne alınırsa, Türklerin kendilerine çok daha yakın olan, binebilecekleri bir dalga gibi görünen “Askeri Devrim”i de kaçırdıkları anlaşılır (13).

Aynı şekilde, babası Selim I’e bir dünya haritası takdim ederek, belki Türk Merkantilist çağını açabilecek olan Piri Reis’i 1554’de idam ettiren Sultan Süleyman da, Okyanus denizciliğini ve getirdiği imkanları anlayamamış­tı. O da Akdeniz gemiciliğine ve Barbaros kardeşlere esir düşmüştü; tek stratejisi Orta Avrupa’da Habsburg hakimiyetine son vermekti, yani Okyanusları ve bakir topraklan değil, tarihi Hıristiyan kara parçasını ele geçirmek istiyordu. Acaba Süleyman’ın babası farklı mı düşünüyordu?

Selim I’in, Çaldıran seferi, Anadolu’da Şii yayılmasına karşı bir önleme hareketi, Küçük Asya'nın Doğusundaki topraklarını ele geçirerek, bir kordon kurmak şeklinde algılanabilir. Bu seferin bugünkü Doğu Anadolu’da Osman lI hakimiyetini kurmak ve Şii’liği önlemek gibi sonuçları tartışılır. Ancak, hep Batı’ya giderken, birden Doğu’ya yönelişi, sadece, toprak ve ideoloji ötesinde bir stratejik sebebe bağlamak mümkün müdür?

Kaanatimizce, Selim I, Büyük İskender’in yolundan Hindistan’a gitmek istiyordu. Harita üzerine mantıklı bir bakış; Portekizlilerin Güney Afrika’yı dolaşarak, İspanyolların Atlantik’i geçerek varmak istedikleri efsanevi Hint Kıtasına, Osmanlılar, sadece İran’ı geçerek ulaşabiliyordu. (Osmanlılar diyorum, çünkü diğer Türk kavimleri Hindistan’a Kuzeyden girip Büyük Moğol İmparatorluğunu kurmuşlardı bile.) Ancak, Çaldıran zaferine rağmen, Selim, Iran topraklarından geçemedi; bu zafer, Doğu Anadolu’nun Osmanlı mülkü­ne geçmesinin mührü oldu, fakat Hindistan’a vize vermedi. O zaman, mantı­ki olan İkinci Hindistan yoluna yöneldi: Mısır ve Kızıldeniz. Hiçbir zaman kullanmadığı Halifelik Unvanını kazanmak ve İslam’ın beşinci şartını yerine getirmek için kökeni Türk ve Çerkeş kölelerden oluşan Memlûk Sultanlığını devirmeğe kalkışmadı; Kahire, Hindistan seferinin birinci etabıydı. İkinci etap Hint Okyanusu idi. Ne Selim ne de oğlu Süleyman bu suları fethedebilecek ve Hint’e ulaşabilecekti: Osmanlılar, açık deniz gemiciliğinde ve savaşında, teknolojik ilerlemeyi takip edememişti. Eğer bu teknolojileri yakalasaydılar, 1513’te, dünya haritasını, bir şekilde biliyor ve seyrüsefer yapabilecek hale geliyorlardı (14).

Bence, denizcilikteki teknolojik yetersizlikler de, temelde, bir Osmanlı-Türk Merkantilizminin doğmamasını yeterince açıklayamıyor. Eski Hindistan deniz yolunu (Basra-Levant veya Aden Yemen - Kızıldeniz) ele geçirmenin Merkantilist amaçlardan çok, geleneksel “fîskalist”, hâzineye gelir sağlama -vergi almayla ilgili olduğu düşünülebilir. Gerçekte, bu eski yol, Portekizliler tarafından 1498’de açılan yeni Hindistan rotasına rağmen, Venedikliler tarafından yine kullanılıyor ve Memlükilere gelir sağlıyordu. Çünkü, Hint baharatı, uzun Okyanus yolculuğundan sonra kalitesini bozuyor, bazı pazarlar, eski Arabistan mahreçli malları talep edebiliyordu. Aynca, Kahire’nin bir tür, Afrika altın transfer merkezi olduğu, Afrika’da çıkanlan ve Mısır (firavunlar tarafından iddihar edilmiş) altınlanmanın, buradan ticaret yoluyla dağıldığı bilinir. Belki, böylece, Selim I, fiskalist amaçlarına ulaşmış oluyordu. Bu hazineler, oğlu Süleyman'ın ihtişamını hazırlamıştır. Aslında, Merkantilizm, devlet destekli olmasına rağmen, ilke olarak maceracı tüccar (merchant adventurer) ve bunların ortak şirketlerinin gerçekleştirdiği deniz aşırı bir ticaret, bir ilk-birikim modelidir; temelinde, yine bir girişimci-fert yatan bir modeldir.

Mesele de budur.

Eğer Osmanlının dünyasında, sosyal sisteminde ferde dayalı, özel mülkiyet-birikim temelli bir hukuk (pilitico-legal) sistemi mevcut olsaydı, ileri teknolojileri ve belki modern bilimi transfer edecek, bunu daha ileriye götürecek fertler ortaya çıkabilirdi; İslam’ın kapanmış olan içtihat kapısını aralayacak düşünürler çıkabilir, bir İslam Reformasyonu bile doğabilirdi. Hatta daha geriye giderek, Rönesans’ın tüm Antik malzemesini Avrupa’ya taşıyan İslam, bu malzemeyle, önce kendi Rönesans’ını doğuramaz mıydı?

Bütün bu söylemde, bağımsız fert eksikliği ortaya çıkmıyor mu? Kul veya köle yığını, sadece yaşamından (mülkiye ve can) emin olmayan bir toplum modelinin temelinde ne yatıyor? Bu çok ayrı bir konu; burada veya başka bir yerde kolayca açıklayabileceğimi sanmıyorum. Sadece bir hipotez olarak Asya toplumu, Şark despotizmi gibi kavramların denenmesini önerebilirim. Çünkü, Hıristiyan olmasına rağmen, tüm Ortodoks toplumlarda, Ruslar ve Rumlarda ve Viyana’nın Doğu’sunda kalmış diğer, kadim Hıristiyan Kiliselerinde de bir Reform, Kilisenin içinden gelen bir yenileşme hareketi çıkmı­yor. Üstelik, Rumlar, Ermeniler hatta Levanterler ticareti ellerinde tutmakla birlikte, hep mahalli kalıyorlar: Rumlar Ege ve Akdeniz’den yani kıyılardan ayrılıp, kendi maceracı tüccarlarını üretemezken, Ermeniler de, Türklerin yapmadığı esnaflık alanını dolduruyor. Çünkü, hepsi Şarklıdır; kul pozisyonunu benimsemişlerdir. Daha sonra, bunlardan bazıları, 19. yy sonlarında, Amerika’ya göç edince, büyük tüccar olacaktır. Rusların, mülkiyet, politico legal sistemlerinde ve fert oluşumunda geçirdikleri evrim ise bilinir: Türklerden önce başlamakla birlikte, tamamen devlet zoruyla, yukarıdan aşağı bir cebir ve şiddetle, Büyük Petro’nun sarsılmaz ve çılgın kararlığıyla (Belki bu yüzden adama Deli diyoruz) bilim ve teknolojiyi öğrenmeğe başlıyorlar; halkın, askerlerin (Stretsy) ve tabii, Boyarların nasıl direnç gösterdikleri ve aynı şiddetle karşılık bulduklan Rus tarihinin bilinen sayfalarıdır. Sonuçta, onların da bir Amerika’sı vardır: Sibirya. Ama, bunu işletecek, maceracı tüccarları, girişimcileri olmamıştır; orası, işçilerden değil mahkumlardan oluşan devlet işletmeleri, bir sürgün mekanı olarak kalmış, modern çağa da böyle girmiştir. Ama nasıl oluyorsa, 18. yy’dan itibaren Rusya büyük bilim adamları ve düşünürler doğurmaya başlayacaktır. Osmanlı’dan daha önce işe baş­ladığı için mi, Kilisede resme yer verdiği için mi? Minyatürden perspektif resme geçmek önemli mi? Sadece soruyorum.

Artık, bilim tarihimizi incelerken, olmayan bilim adamlarını ve hayali bilimsel buluşları arayarak, yeniden yazacağız diyerek, vakit kaybetmek yerine, başarısızlığımızın sosyo-kültürel ve iktisadi nedenlerini araştırarak değerlendirmeliyiz. Evet, Avrupa’da bir Bilimsel Devrim olmuştur ve bunu, zamanında, pek az toplum yakalamıştır; bazı toplumlar da 19. veya 20. yy aralığında bu sürece eklemlendiler. Türkiye de, 20. yy’da eklemlenen bir toplumdur.

Şimdiki mesele, Osmanlıya, zoraki bilim “üretmek” değil, bu toplum yapısında, bilimsel düşünceyi engelleyen pek çok gizli gücün ve olumsuz faktörün, Cumhuriyet döneminde, bir daha ortaya çıkmasını önlemek ve mümkünse ortadan kalkmasını sağlamaktır. Bu ihtimal, 21. yy da, 16. yy’ı yeniden yaşamak gibi abes bir yaklaşım sayılmamalıdır: Sadece parlak bir İslam bilim çağından sonraki çöküşü değil, günümüzün toplumları olan İran, Pakistan ve Afganistan’ı da hatırlatmak isterim; bunlar bize, hem coğrafi hem de sosyo kültürel düzeyde, çok uzak sayılmazlar.

Sonuç

Sonuçta şunu söyleyebilir miyiz? Osmanlı, mensubu bulunduğu kültür medeniyet çevrelerinde (yani hem İslam hem de Doğu Roma), bilimsel dü­şüncenin donuklaştığı hatta çözüldüğü bir aşamada devletini kurmuş; bu devletin büyüme dinamiklerinin istediği en uygun şartlar altında yani Balkanlar da iktidar boşlukları, Avrupa Din Savaşları ve ulusal devlet çekişmeleri karşısında, eski bir ekonomik - yönetim tarzını Avrupa ortasına kadar taşıyabilmiştir. Sonra, Avrupa yeni bir ekonomik düzene, Merkantilizme, mutlakiyetçi - merkeziyetçi devlet sistemlerine geçerek, kendi alt ve üst yapılarında devrimler yaratmıştır. Teknolojik ilerlemenin hız kazanması bilimlerle bağlantıları sıklaştırarak, bilimsel kavramlarda ve tabii dünya görüşlerinde (paradigmalar) radikal değişmeleri gündeme getirmiştir. Avrupa’nın süratle genişleyerek “Dünya ekonomisi”ne dönüşmesine karşın, Osmanlı, yine sistemi gereği, içine kapanmış ve sarsıntısını, eski sosyo-ekonomik dengelerini koruyarak atlatmağa çalışmıştır. Kendi kültür sistemi ve dünya görüşü, her düzeyde (bilim ve teknolojiden devlet yönetimine kadar) her türlü yeniliklere (bid’a) karşıdır (İS).

Osmanlı toplumunda içten bir baskı ve talep gelmemesi yani yeni pazarlar ve teknolojiler arayan, ticaret ve sanayi ile uğraşan (burjuva) bir Müslü­man tabaka olmaması ve dinde reform düşüncesini doğuracak herhangi bir entellektüel çalkantının yaşanmaması, Osmanlı toplumunu 18. yy başlarına kadar, kendi sistemi içinde kalarak götürebilmiştir. Dış baskıların, ancak 17.yy sonunda hissedilmesi, üst yapıda, yüzeysel de olsa, bir ıslahatı, Batı’daki yenilikleri bilme isteğini, 18. yy başına, Lale Devrine kadar erteletebilmiştir. Bu aşamada, Avrupa Bilimsel ve Askeri devrimlerini tamamlamış, Aydınlanma Çağına girmiş bulunuyordu; din çatışmalarını bitirip, 17. yy krizi diye bilinen, geniş spektrumlu kabuk değiştirmeyi (Kapitalizmin bir ileri aşamasına geçişi) gerçekleştiriyordu. Rusya, bu aşamada, Büyük Petro’nun radikal reformlarıyla, bazı alanlarda, aradaki mesafeleri kapatmağa çalışırken, Osmanlı, zayıf ve sonuçsuz reform denemeleriyle (Lale Devri, I. Abdülhamit ve III.Selim reformları), eski modelini 19. yy ortasına kadar getirmiş, İngiliz Sanayi Devrimini ve Avrupa Siyasi Devrimini (Fransız İhtilali ve milli devlet kavramları, işçi sınıfı ideolojisinin doğuşu) çok hazırlıksız karşılamıştır.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 5

Türkler, Bilimsel Devrimi, ancak Cumhuriyet’le birlikte yakalama imkanına kavuşacaklar, ilk bilim topluluğunu bu dönemde yaratabileceklerdir. Bugün, Türkler, Bilimsel Ligde yani (SCI)de 25. sırada bulunuyorlar (16) ve her türlü teknoloji transferine açık sayılıyorlarsa, bunu Cumhuriyet rejimine borçludurlar. Osmanlıcılık, İslamcılık, İkinci Cumhuriyetçilik, antibilimcilik gibi akımlar yeni bir Patrona Halil ayaklanmasıyla sona erdirilebilir mi?

Başbakanlardan biri genetik bilimi sonuçlarına ve Darwin’e karşı olmakla öğünüyor ve sadece teknoloji alarak durumu idare edebileceğimizi söylü­yor. Artık, 21. yy’da bilime dayanmayan bir teknoloji de yoktur. Acaba, milli bir devlet içinde müreffeh yaşamak yerine fütühat için Osmanlının 16. yy yaşayışına mı dönmeliyiz? Fütühatı hangi bilim ve teknolojiyle yapabiliriz?

Kısaca göstermeğe çalıştığımız gibi, Osmanlı bir Bilim ve Teknoloji çölüdür. Ne kadar eşerseniz eşiniz, sadece, nakli bilimlerde kendini tekrarlayan ve hiç bir yeni boyut getirmeyen “tefsirciler”, “fakih”ler, mütercimler ve namaz saatlerinden başka bir şey hesap edemeyen “müvakkitler”den başka bir şey çıkmayacaktır. DTCF’nin alınlığında yazılı olan, hiçbir Osmanlı aydınının söylemediği şu cümle, Türklerin, geç kalmış Bilimsel Devrimlerinin temel taşı­dır:

Hayatta En Hakiki Mürşit Bilimdir”  K. Atatürk.


AÇIKLAMALAR:

(1) Homeostatis: Nispeten kararlı bir denge durumu veya bir organizma veya grubun farklı fakat bağımsız elemanları arasında böyle bir dengeye doğru gidi; eğilimi. (Merriam Webster’s Seventh New Collegiate Dictionary) Bir organizmanın iç dengesini korumak için yaptığı hareketlerden oluşan bir süreç. (Dechert, 1967; 12).

(2) İlber Ortaylı bunların bazılarını sayıyor: “Türkiye, bugünkü sınırlan içinde dahi Dünya’da pek az ülkede rastlanacak dini bir çeşitlilik gösterir. Bu Hristiyanlık açısından özellikle böyledir... Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süıyani Kadim dediğimiz Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Nasuri Kilisesi,... Roma-Katolik, Anglikan, Protestan gibi Avrupa kökenli kiliselerin Türkiye’de küçük de olsa bulunan cemaatleri... Talmud-Torah geleneğini izleyen Museviler hem de Karaim dediğimiz... Museviler vardır... Mezhep, akide ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümleme Müslümanlar için de söz konusudur.” (Mülkiyeliler Birliği, Haziran 1987) Bunlara Zerdüşt inancım, ateşe tapanları (Yezidi) da katabiliriz.

(3) Tarih boyunca ne Roma ne de İkinci Roma sayılan İstanbul, büyük bilim merkezleri arasında sayılmıyor. İskenderiye, Milet, Atina, Sakız ve birçok şehir bilim adamlarıyla ünlü iken Roma ve Constantinaple imparatorların şehridir. Alim imparatorun, Sultanın yanında rahat edemiyor. Tersi de doğru olabilir. İmparator Justinyen Eflatun’un Akademisini Ayasofya civarına çekeceği yerde, 529’da kapatıp, içindekileri Doğu’ya sürmüştü. Roma, Rönesans’da dahi bir bilim merkezinden ziyade, bir kontrol merkezi, bilimlerin önünde bir engeldi: Galileo burada eser vermedi ama yargılandı. Papa burada oturuyordu.

(4) “Bilim tarihi bakımından öncelikle şunu belirtmek gerekir ki “Arap” ve “Müslüman” terimleri her zaman birbirini karşılamamaktadır. Doğuştan Arap olmadığı halde Müslü­man olanlar olduğu gibi, Müslüman olmayan Araplar da vardı. El Harezmi doğuştan Hiva’lı, el Fergani Amu Derya ötesinden, Ebu’l Vefa ve el Battani İran kökenliydi. Oysa el Biruni ve el Kindi safkan Araptı. Farabi Türk kökenliydi, tbni Sina Belh’liydi... İslam uygarlığında Araplar kendileri dışındaki tüm ulusları “yabancı” anlamına gelen “acem” diye adlandırmışlardır... AvrupalIlar ise bu sözcüğü, yanlış olarak “Iranlılar” diye çevirmişlerdir. Bu büyük hata nedeniyle, eski İslam uygarlığının gelişmesine büyük hizmetleri bulunan Türk bilginleri de “İranlı” kabul edilmişlerdir... “İslam bilimi” yada “Arap bilimi” terimleri özünde doğru değUdir...öteki dinlere bağlı olanlar da bulunduğundan “İslam bilimi”... bir kısmı Türk ya da İranlı olduğundan “Arap bilimi”... bir ucu Endülüs’te yüksek düzeye erişmiş olduğundan “Doğu bilimi” de denemez... En uygun karşılık “Arapçadaki bilim” olabilir; çünkü yapıtların hemen tümü Arapça dilinde yapılmıştır.” (Tez, 1991,19). Bu mantıkla, Avrupa bilimine de “Latincedeki bilim” demek uygun olacaktır.

(5) Osmanlı mülkünde ilk matbaanın, İspanya muhaciri Yahudiler tarafından, 1493’te İstanbul’da, birkaç yıl sonra da Selanik’te kurulduğunu biliyoruz. İlk Ermeni matbaası, İstanbul’da, 1567’de, ilk Rum matbaası 1627’de kurulmuştur. (Adıvar, 1982; 167).

(6) (Berkes; 1964; 36-41)

(7) Bunun güzel ve güncel bir örneği, büyük bir proje sonunda 2 cilt olarak ortaya çıkan “Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi”dir. (Ed. îhsanoğlu) Eser, tüm dünyadaki Türkiye dahil, 42 ülkenin kütüphane ve koleksiyonlarını tarayarak, 14. yy-20. yy arasındaki 582 yazarın 2438 başlığım incelemiştir. Bu çalışmanın “Osmanlı bilim tarihinin ciddi şekilde araştırılıp değerlendirilmesi için” çok ayrıntılı bir araştırma ürünü olduğu yadsı­namaz. Bu eserlerin sistematik bir değerlendirilmesiyle “Osmanlı büim adamlarının bilime yaptıkları katkıların orjinalliği ve boyutu meselesi açıklığa kavuşacaktır.” Ancak, “bunlann muhtevasını Orta Çağ İslam astronomisi ile kıyaslayıp... dünya astronomi tarihi içinde değerlendirebilecek araştırmacılar var mıdır.” diye de soruluyor. (Türk Bilim Tarihi Kurumu Haber Bülteni, Sayı 15/16, Nisan/Ekim 1998) Dikkat edilirse burada iki öge var: daha katkı açığa çıkmamıştır; böyle bir katkı varsa, bu Ortaçağ İslam astronomisi ile kıyaslanabilir. Çok iyi bir ihtimalle, Kopemik türünden bir alim “keşfedilse”,bu neyi ifade eder? Kendi toplumunda hiç sesini duyuramadığı, ne Osmanlıda ne de Avrupa biliminde etkisi olmadığı ortaya çıkar. Sadece bilim tarihlerinin bir köşesine, “OsmanlI’da da, Kopemik gibi düşünen birisi vardı” diye bir dipnot düşülebilir. Ancak, bunu söylerken, bu tür çalışmaları gereksiz saydığımız kanaatini vermek istemeyiz. Türkiye, hızla, kendi bilim tarihini, en ciddi şekilde yazmalı, en azından, neler kattığını değil “niçin katamadığını” ortaya koymalıdır. Bu bakımdan İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi başta olmak üzere üniversitelerimiz ve Türk Bilim Tarihi Kurumu çok önemli görevler yüklenmiştir.

(8) İskenderiye’de, Samoslu Aristarkus’un, M.ö. 3. yy’da, Kopemik’ten 2 bin yıl önce, heliyosentrik bir sistem tasarladığını Arşimed’in yazılarından anlıyoruz. (Clagett, 1955; 114-5) etkisi olmamış, Ptolemy sistemi kendini sürdürerek, bu yaklaşımı silmiştir.

(9) Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) Marx’m Grundrisse’inin ortaya çıkmasıyla Feodal ve Köleci toplumlar arasında, kollektif mülkiyetli veya özel mülkiyetsiz, bir merkezi bü­rokrasinin yönettiği, daha çok Asya’da görülen bir kategori, bir üretim biçimi (mode) olarak 1970’lerde çok tartışılan bir kavramdı. Daha çok sulama sistemlerinin kurulması ve yönetilmesi gibi kollektif çabaların koordinasyonunu gerektiren böyle bir toplumun üst yapısının bir despotluk (oriental despotism) olacağını ve demokrasinin yeşeremiyeceğini ifade eden düşünürler de ortaya çıkmıştır. (Wittfogel, 1970) Buralarda ferde rastlanmaz, insan karıncalar, kullar ve bir tür köleler vardır: Büyük yapılar, piramitler, Çin seddi, sulama kanalları vb. gerçekleşir fakat, kişisel birikim, serbest düşünce yeşermez.

(10) Uzunçarşılı’nm “Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatında, sadece bir din öğretiminin, “nakli bilimlerin” tüm kademeleri ve Unvanları görülür. Medreselerde okutulan dersler ve eserlerle ilgili olarak bilgi verilir. Geometriyle ilgili kısmım alalım: “Osmanlı medreselerinde okutulan hendeseden Eşkalü’t-tesis, Semerkanüı Şemsettin Mehmet’in olup (ölümü 1203) Şemsettin Mehmet bu eserini Oklidis’in kitabü’l-usül isimli eserinin mukaddimesi (Giriş) üe müselleslerin (üçgenlerin) evsafını gösteren kısımlarından almış­tır. Orta zamana (Ortaçağ) ait olan bu telif, riyaziyenin (matematik) inkişafına ve basitleşmesine rağmen, son zamanlara kadar medreselerde okutulmuştur.” (Uzunçarşılı, 1984; 31)

(11) Adıvar, 16. yy’da üç kişinin düşünce ya da bilim özgürlüğü uğruna idam edildiklerini kaydediyor; ayrıntıya girmiyoruz. (Adıvar, 1982; 119-21).

(12) Londra’da 1931 ’de toplanan İkinci Uluslararası Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi’ne, Buharin Başkanlığında, ilk kez, kalabalık bir heyetle katılan Sovyet uzmanlar arasındaki, fizikçi Prof. B. Hessen’in, “Newton’un ‘Principia’sının Sosyal ve Ekonomik Kökleri” konulu tebliği, bilimsel buluşları, sadece birtakım dahilerin mevcudiyetine bağlamayıp, toplumsal talebin, pratik çözüm arayışlarının, dahi denen kimseleri uyardığını, Newton’un büyük eserinin yazıldığı dönem şartlarım inceleyerek göstermeğe çalışmış­tır. Buna göre, açık deniz seyrüseferi, topçuluk yani iç ve dış ballistik ve bazı sanayi problemleri bilimsel ve teknik çözümler gerektiriyordu. Diyalektik bir determinizm mantığı ile yapılan bu açıklamalar Newton’un dehasına inanmış ve bilimin bu zata çok şeyler borçlu olduğuna inanan Ingilizleri ve diğer uzmanlan, bir anlamda, şoke etmiştir. Gerçekte, bu tebliğ materyalist bilim tarihinin ilk örneklerinden biridir ve üzerinde çok durulmaya değer tezler getirmektedir. (Hessen, 1971; passim)

(13) Sadece, denizcilikteki teknolojiler değü, top yapımı ve muhasara tekniklerindeki değiş­meleri de takip edemeyen Türklerin, sonunda. Viyana Bozgununa nasıl geldikleri, ayrıntılarıyla yine Batılı tarihçilerin eserlerinde görülmektedir. (Parker, 1988; 125-29)

(14) Piri Reis’in, yeni keşfedilen Amerika Kıtasını da gösteren ünlü dünya haritasını, 1513’te, Kolomb’un seyahatlerine katılmış bir denizciden ele geçirdiği bir haritadan elde ettiği malumatla çizdiği, daha sonra Kuzey Atlantik Denizi’ni daha iyi resmeden bir harita yaptığı ve en önemlisi, “Kitab-ı Bahriye” diye bilinen, Türklerin ilk ve en özgün eserini 1525’te, Sultan Süleyman’a takdim ettiği bilinmektedir. (Adıvar, 1982; 74-85 ve İnan, 1987; passim) Kitab-ı Bahriye, 17. yy’da yazılmış olan Katip Çelebi’nin Cihannüma’sından daha doğru, kapsamlı ve özgün sayılmalıdır. Çünkü, Piri Reis eserini görerek, yerinde bilgi toplayarak ve çizerek gerçekleştirmiştir. Zaman içinde, 17. yy, coğrafyacılığın ilerlemek yerine geriye gittiği ve basit bir kopyacılığa dönüştüğünü görüyoruz. Katip Çelebi’nin, Cihannüma’sında, artık bilinen ve Avrupa’da yerleşen Kopernik sistemini duyduğu, ancak buna itibar etmeyerek Batlamyus sisteminde ısrar ettiği anlaşılı­yor. Eğer bu kendi görüşü, bilinçli bir tercih olsa belki, bir bilimsel tutuculuk örneği sayılabilirdi. Ancak, kendi matematik ve kozmoloji bilgisi yeterli olmadığından, kendisine çevirilerde yardım eden eski bir rahibin etkisinde kalarak, heliyoşentrik sistemin çok daha geç bir tarihte Türkiye ufkuna girmesine neden olmuştur. (Yurdaydın, 1988; 256)

(15) Peygamberin bir hadisine göre, her kim ki, birini taklit eder, onlardan biri olur. Hristiyanları taklit etmemenin, onlardan bir şey almamanın, asıl anahtarı, ulemaya göre, bu direktifte yatıyor. Ancak, kafirleri yenmek için bazı teknikleri almanın caiz olduğuna dair fetvalar alınarak, özellikle, askeri alanındaki bazı teknolojilerin transferi, 18. yy’da mümkün olmuştur. (Lewis, 1982; 224) O nedenle, ıslahatçılar, hep küffar önündeki yenilikleri misal vererek bazı değişiklikler yapmaya ve bu fetvalara sığınmaya çalışmışlardır.

(16) “Science Citation Index” denilen sistemde, yazılan bilimsel makalelere verilen atıflar (citation) miktarına göre ülkelerin bilimsel hasılaları ve etkinlikleri bir şekilde ölçülebilmektedir. Türkiye, 8 yıl içinde, 44. sıradan 25. sıraya çıkabilmiştir.



KAYNAKÇA

ADIVAR, AA., Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabeyi, 1982.
BERKES, N., The Development o f Secularism İn Turkey, McGill University Press, 1964.
CIPOLLA, C., European Culture And Overseas Expansion, Penguin, 1970.
CLAGETT, M., Greek Science In Antiquity, Collier, 1955.
HESSEN, B., "The Social and Economic Roots o f Newton’s 'Principia"’, Science at the Cross
Roads, Gen. Editor: Roy M. Macleod, Frank Cass, (1931 ilk baskı), 1971 içinde ss. 149-212.
HASSAN & HILL, Islamic Technology, Cambridge U. Press, 1986.
İNAN, A., Life and Works o f Piri Reis, Türk Tarih Kurumu, 1987.
KÜÇÜK, Y., 21 Yaşında Bir Çocuk Fatih Sultan Mehmet, Tekin Yayınevi, 1987.
LEWIS, B., The Muslim Discovery o f Europe, Phoenix, 1982.
McCLELLAN in J. E., and DORN H., Science and Technology In World History, The John Hopkins University Press, 1999.
PARKER, G., The Miliyary Revolution, Cambridge University Pres, 1988.
RONAN, C.A., The Cambridge Illustrated History of the World Science, Cambridge University Press, 1984.
TEZ, Z., Ortaçağ İslam Dünyasında Bilim ve Teknik, Dicle Üniversitesi Yayınlan, Diyarbakır, 1991.
UZUNÇARŞILI, İ. H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu, 1984.
YURDAYDIN, H. G., “Düşünce ve Bilim Tarihi", Türkiye Tarihi (Yön: Sina Akşin), Cem Yayınevi, 1988,3. Cilt içinde, ss. 249-320.
WnTFOGEL, K., Oriental Despotism, Yale University Press, 1970.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Kant ve Einstein - 1

Nusret Hızır

1 - Albert Einstein'ın bilimdeki büyük başarılarından söz etmek bana düşmez., Böyle olmakla birlikte gene de onu konuşmamın konusu olarak ele alıyorsam amacım şudur: Albert Einstein'ın doğrudan doğruya bilime getirdiği yeniliklere değil, onu Kant ile karşılaştırarak bilgi kuramındaki başarılarına dikkati çekmek. Bu eser, fiziğin içeriğini değiştirmekle kalmadı, üstelik, bilginleri, kullandıkları kavramları daha büyük bir dikkatle incelemeye ve öne sürdükleri önermelerde daha dikkatli olmaya çağırmakla, düşünce tarzımızı değiştirdi. İşte bunun içindir ki, görelilik kuramının yayılmasından beri, her ciddî araştırıcı bilimin kavramsal yapısı karşısında eleştirici analiz davranışı takınmayı âdet edinmiştir.

2- Einstein, böylece, bilgin olduğu kadar bilgi kuramcısı sayılabilir. Ben burada bilim mantıkçısı Einstein'dan söz açmak istiyorum. Ama zaman ve yer darlığından ötürü, bunun için, sadece Einstein'ın Newton teorisi ile Kant felsefesinin belirli kavramları karşısında ne gibi bir tepkide bulunduğunu ele almakla yetineceğim. Kant'ı da Newton'la birlikte hatta Newton'dan daha çok ele alıyorum, çünkü, bilindiği gibi, Kant, Newton'un bilgi kuramı alanına iz-düşümünden başka birşey
değildir.

3- Kant'la başlıyalım: Ona göre bilginin konusu doğrudan doğ­ruya veri değildir; algı, bilginin maddesini verir, form'u ise yargılama akt'ı ile gerçekleşir. Yargıda bir düzenlemenin belirli bir şema'ya göre meydana gelmesi gereklidir. Sezgi, duyumdan maddeyi alan form'dur, demek ki sezgi, sentetik bir ögedir, fakat ancak kategori, yani yargıdır ki, konuyu meydana getirir. Bilginin konusu demek ki kendinden bir şey değil, bir kuruluş (construction) tur, ve bu kuruluş sezgiye dayanmakta ve kategoriler tarafından gerçekleşmektedir. Bu kuruluş, aynı zamanda, sentetik'tir, çünkü kuruluştur ve apriori dir, yani:

a. Apodiktik olarak geçerli: her zaman için geçerlidir,
b. Objenin kavramının kurucusudur.

4- Kant için, obje (konu) algıda veri değildir. Anlığımızın ürünü olan matematik kavramlarla tekabül, "gerçek obje"yi belirlemektedir.

5- Şimdi, genel olarak, bilginin ne olduğu üzerinde biraz duralım. Bilgi bir tekabül'düı. (Bu sözcüğü Kant dolayısiyle kullanmıştık) : Bir usavurmalar zinciri ile, başka deyimle, bir denklemler sistemi ile "gerçek" arasında bir tekabül. - Gerçek sözzcüğünün tırnak içine konmuş olduğuna dikkat edilsin: Bununla buradaki "gerçeğin" ne olduğu üzerinde herhangi metafizik bir postulat'ta bulunulmadığına işaret edilmektedir. Bilgi tekabülünün ana-karakteri şudur ki, tekabül ettirilen yanlardan biri, yani gerçek belirlenmemiştir; fakat şu özellikle ki, belirlenmiş seri (belirlenmiş yan) meşruluğunu kendi içinde taşımaz, onun yapısı dıştan belirlenmiştir. Bu dıştan belirlenmenin adı, bilginin deneyle belirlenmesi'dir. Belirlenmiş seri belirlenmemiş serinin objelerini "tespit" eder, belirlenmemiş seri de belirli serinin düzenini emreder.

6- "Gerçek" denen şeyin varlığı bu iki seri'nin karşılıklı olarak tekabül halinde olmasıyla kendini gösterir. Geçerli bir tekabül, çelişik olmıyan tekabüldür ve doğru, şöyle tanımlanabilir: Tekabülün karşı­lıklı birebir olması. Bu, örneğin, şu demektir: Makrokozmos'a değgin bir fiziksel nitelik, her elde edilmiş belirlemede başka başka deney verileri ile hep aynı ölçü sonucu vermelidir. Birebir tekabülün olabilirliğini araştırmak, şu soruya karşılık vermek istemektir: Doğanın bilgisi nasıl ve hangi ana-ilkeler sayesinde olabilir? İşte, tekabül ilkesinden başka birşey olmıyan bu ilkeler, Kant'ta, bir yandan zaman ile uzay (sezgi) tarafından, öbür yandan kategoriler (anlık) tarafından verilen sentetik apriori önermeler'dir.

7- Kant şunu demek istiyor: Bilgiye erişmek için deneyin verilerini düzene sokmak istediğimiz vakit, bu düzenlemeyi kesin bir şekilde belirleyen ilkelere ihtiyacımız var. İşte bu tekabül ilkeleri, hem sentetik, hem apriori olan yargılar (önermeler) dır. Bu ilkelerin neler olduğunu bilmek için deneye değil, akla başvurmalıyız, çünkü deneyi de meydana getiren, örgütleyen akıldır.

8- Einstein'ın kuramı, Kant'ın bu apriori önermeleri ile deney arasında bir takım çelişkileri gün ışığına çıkarmıştır. Bunun anlamı nedir ?

Zamanın apriori'liğinde karar kılmak isteniyorsa, endüksiyondan uzaklaşmak gerekir; endüksiyonun geçerliğinde karar kılmak isteniyorsa, zamanın apriori'liğinden vazgeçmek zorunluluğu vardır. Einstein, katı apriori ilkeler sistemi ile deney yoluyla elde edilmiş malzemenin endüksiyon ile yorumu arasında bağdaşamazlığı göstermiştir.

9- Böylece, tekabüldeki belirsizlik varsayımına verilecek çözüm, endüksiyonun içinde sakladığı soruna indirigenmiş oluyor. Endüksiyona dayanan yargılar, şüphesiz, pekin değildir, ve bu sebepledir ki tekabülde pekinsizlik varsayımı ilk bakışta olası görülmektedir; fakat bu gerçektir, ve "gerçek" yanının belirlenmemiş olmasından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi, endüksiyonda deneyi aşan şeyleri öne süreriz.

10- Bu durumda filozof için iki sorun canlanıyor:

a. Deneyin verdiği malzemenin endüksiyonla yorumu, Kant'ın tekabül ilkeleri ile çelişirse, bu yorumu yapmak mantık bakımından saçma mıdır?

b. Deneyin her türlü endüksiyon yorumundan önce, bu ilkelerle çelişik bir yorumu ortadan kaldırmak mantık bakımından olabilir mi ?

11 - Bu iki soru aslında bir tektir ve Einstein, sadece kuramını kurmakla bunlara (ya da buna) olumsuz bir karşılık vermiştir. Hep deneye ve deneyin rasyonel olarak işlenmesine dayanarak göstermiş­tir ki, birebir tekabül söz konusu olunca daima endüksiyon ilkesine dayanmak gereklidir ve belirliyi belirlemek için daima geçerli varsayımlar öne sürmek, yani gene endüksiyona dayanmak gereklidir. - Demek ki Kant'ın kuramı yanlıştır ve deney ile kurucu denen ilkeler arasında çelişkiler görmek her zaman olabilir.

12- Kant' a göre, tekabül ilkelerinin başlıca niteliklerinden biri, apaçıklıklarıdır: Öklid geometrisinde sezgisel apaçıklık ve töz, nedensellik... gibi kategorilerde mantıksal apaçıklık. İşte apaçıklıkları öne sürülen bu ilkeler Einstein'dan öğrendiğimize göre hep çelişkilere yol açmaktadırlar ve apaçık sanılan yeni ilkeler katmakla Kant'ı destekleme denemeleri daha da göze çarpan çelişkileri meydana getirmektedir.

Einstein aynı zamanda göstermiştir ki, rasyonel ile ampirik arasında tekabül gereklidir. fakat bu tekabül olumsal (contigent)dır. Başka deyimle, akılla doğa arasındaki tekabül olumsaldır ve insan anlığı, sadece kendi sistemi ile doğada kavranabilir bir düzen kuramaz ve deney, salt rasyonel kaskatı bir sistemle yorumlanamaz.

13 - Kant'ın yanılmasını ve Kant'ın neden ötürü başarısızlığa uğradığını iyice anlamamızı Einstein'a borçluyuz: Epistemoloji'nin merkez sorununun çözülmesi işinde Kant, bilimin analizini yapacak yerde aklın analizini yapmıştır. Sorunlar karşısındaki bütün ciddiliğine rağmen felsefecilerin yüzyıllık bir kusurundan kendini tam olarak kurtaramamıştır. Bu kusur da, bilime direktifler vermeğe kalkmaktır. Einstein göstermiştir ki, bilgi kuramı araştırmasında endüksiyon metodunu uygulamak gerekir ve Kant'ın öne sürdüğü ve uyguladığı dedüktif metod, çelişkilere götürür. Endüksiyon metodundan, pozitif bilginin verdiği malzemeye dayanan çalışma türü anlaşılmalıdır.

14- Burada önemsiz olmıyan bir noktaya dokunmamız gerekiyor: Kant'ın aklın eleştirisini (örtülü olarak) yadsımakla birlikte, Einstein deneyde rasyonel ögelerin bulunduğunu kabul etmemekten uzaktır. Tekabül ilkeleri, doğrudan doğruya aklın tabiatından türer, ama türlü olabilir ilkeler arasında seçimi yapan, deneydir. Görelilik teorisinden sonra artık kabul edilemez olarak görülen, bilginin rasyonel payının, deney olmaksızın ve deneyden bağımsız olarak kendi başına durabilmesidir.

Tekabül ilkeleri, ampirik bilimlerin rasyonel yönünü teşkil ederler. İşte bu ilkelerin önemi buradadır ve - en genelinden olsa bile- tek başına duran bir fizik kanunundan farkları da bu noktadadır. Kanun, tekabül ilkeleri sayesinde tespit edilmiş ve belirlenmiş kavramsal yöntemlerin uygulanmasından başka bir şey değildir. Ancak ilkelik temel yöntemlerledir ki, bir obje'nin kavramsal bilgisine erişilebilir.

15 - Kant'ın teorik felsefesi aslında bir bilgi teorisidir ki, bu bilgi teorisi"nin, Newton fiziğinin felsefe bakımından bir yorumu olduğunu söylemekle fazla mubalağa edilmiş olmaz. Onun için, Newton fiziğini eleştirmiş, düzeltmiş, asıl yerine koymuş olan Einstein'in, Kant'ın baş­lıca savlarını çürütmüş olmasına şaşmamak gerekir.

16- Kant'ın bu teorik felsefesi, yüzyılımızın ilk çeyreğine kadar aktüel'liğinden hemen hemen hiçbir şey yitirmemişti. Yalnız başka başka düşünüş akımlarından türlü filozoflar (Yeni-Kant'çılar, Pozitivistler vb...) değil, bilginler, fizikçiler de onun etkisi altına girmiş, düşüncelerini tartışmış, kendi teorilerini işlerken onun savlarını gözönünde bulundurmuşlardır. Kimi - ünlü fizyolog ve fizikçi Helmholtz gibi, Kant'ı doğa bilimlerinde meydana gelmiş ilerlemelere uydurmak için ayarlamaya uğraşıyordu; kimi onu eleştirmeden, olduğu gibi kabul ediyordu; kimi de, Mach gibi, onu tamamen yadsıyor, ya da onunla boy ölçüşüyor, böylece kendi düşüncesinin orijinalliğini göstermek istiyordu.

17 - Sonra, Mach, Kant'a karşı gelen biricik modern düşünür değildir. Materyalist'ler, belirli Hegel'ciler, birkaç pozitivist, Husserl.. Kant'a karşı apaçık durum takınmışlardı. Fakat, aralarında pek ünlü­leri de bulunan bu karşı gelenlerden hiçbiri Kant'ı yüksek heykelinden deviremedi; böylece o, bilimsel filozof ve bilim filozofu olarak Einstein'a kadar saygı gördü.

Kant'ı aktüel değerli bilgi teoricisi olarak kesin şekilde yere sermiş olan, Einstein'dır. O, Kant'ın, bilgi süreci üstündeki görüşünün yanlışlığını, apaçık olsun ya da dolaylı şekilde olsun, göstermekle, Kant'ı öyle çürütmüştür ki, o gün bugün artık Kant, aktüel değerli bir bilgi teoricisi olarak ayakta duramamaktadır. Bu yıkıcı yapıt, aynı zamanda yapıcı bir yapıttır. Çünkü Königsberg'in ünlü filozofunun bu ünü, birçok araştırıcının insan düşünüşünün araştırılmasına cesaretle atılmalarına engel olmakta idi. İşte böylece, "Salt Aklın Eleştirisi", bu heybetli kavramlar binası, Einstein'dan beri sadece tarihsel bir değer taşımakta, artık o, -hele 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın başlarının birçok bilginlerinin sandıkları gibi- bir philosophia perennis sayılmamakta, sadece, Batı uygarlığının, zorunlu ama aşılmış bir basamağı olarak alınmaktadır.

1 - 2

Kant ve Einstein - 2

18 - Yirminci yüzyılın birinci çeyreğinde Viyana'da filozoflardan, mantıkçılardan, matematikçi, fizikçi ve başka bilim temsilcilerinden meydana gelen ve Moritz Schlick'in etrafında toplanan, birtakım Anglo-sakson, Fransız ve Polonyalı bilginlerle sıkı ilişki halinde bulunan bir grup, bilim felsefesinin türlü dalları ve yardımcısı modern mantık üzerinde çalışmaya başladı. Bu araştırıcıların amacı, bilginin, bilimde kendisini gösterdiği şekliyle kritik analizini yapmak, bilginin temelini, önermelerini, teorilerini vb.. . incelemekti. Bunu yapabilmek için modem mantığı, başka deyimle, sembolik mantığı düşünce aygıtı olarak kullanıyorlardı. Viyana Çevresi adı altında büyük ün kazanmış olan bu grubun çalışmalarının bütün ayrıntıları üzerinde durmanın şimdi sırası değildir. Fakat konumuz, grupun başlıca kaygılarından biri üzerinde kısaca durmayı zorunlu kılıyor:

Grupun meydana gelmesinde rolü değilse de uzaktan etkisi olmuş olan filozof Ludwig Wittgenstein, 1921'de oldukça kapalı, ve özdeyiş­ler şeklinde kaleme alınmış bir kitap yayımlamıştı. Kitabın adı: "Tractatus Logico - Philosophicus"tu. Kitabın özdeyişlerinden biri şudur:

"Der Sinn eines Satzes ist die Methode seiner Verifikation" (Bir tümcenin anlamı, onun doğrulanması yöntemidir) . Viyana Çevresi bu gö­rüşü benimsedi ve şu anlam teorisini geliştirdi:

19- Bir ifade totoloji olur (mantık ve matematik önermelerinde olduğu gibi) yahut içerikli olur, yani- Kant'ın terminolojisini kullanırsak- sentetik olur. Bilimin asıl bilgi veren önermeleri sentetiktir. Öbürleri mantıksal dönüşümlere, yani bir önermeden, onun eş-değerleri olan önermelere geçmeye yarar. Bir sözcükler bütününün gerçek bir sentetik önerme olması için, yani doğru ya da yanlış olabilecek bir ifade olabilmesi için, onun hiç olmazsa ilkelik olarak doğrulanabilmesi, başka deyimle, ifadenin içeriği ile gözlem arasında birebir tekabül bulunması gerekir. Ancak bu tekabül olunca, söz konusu sözcükler bütününün bir anlamı vardır ve o, gerçekten bir sentetik önermedir, yoksa, gramer bakımından doğru kurulmuş olmasına rağmen, bilgi verme bakımından bir sözcük yığını olarak kalır.

Bu anlam kriterium'u düşüncesine ilham veren kimdir ? Bilim sisteminde onu ilk olarak uygulıyan kimdir? Hiç şüphesiz, Albert Einstein.

20- Bunu anlamak için uzağa götürülmüş saatler sorununu hatırlamak yeter. Klasik fizik için her türlü eş-zamanlık, içinde hiçbir sorun saklamıyan basit bir olaydı. Örneğin şöyle denebiliyordu: Birbirinden uzak iki olayın eş-zaman olduğunu anlamak için senkron iki saat bulunması ve birinin uzakta bulunan noktaya taşınması yeter. Einstein şu soruyu ortaya atıyor: Nereden biliyoruz ki ikinci saat, taşınırken değişmedi, ve hep kendine özdeş kaldı? Biribirinden uzak iki saatin senkronluğunu denetlemek için, ışığın ışınlarını kullanabiliriz, ama ışının uzaklığa gitme zamanını ölçmek için, biribirinden uzak iki senkron saate ihtiyaç var. Eş-zamanlığı tespit için ışın gerekli, ışının gitme yol ve zamannı tespit için eş-zamanlık gerekli. Demek ki burada bir yoz-döngü içinde bulunuyoruz. - Bu döngüden çıkmak, kurtulmak için ne yapmalı? İlkin şu tespiti yapalım: Uzak olayların eş-zamanlığından söz eden bir önerme, gerçek bir önerme değil, sanki bir önerme imiş gibi, sözcükler topluluğudur, çünkü onu ampirik yolla doğrulayamayız. Oysa ki, Einstein'a göre (The Meaning of Relativity, 5. ed. 1956 dan bir parçayı aktarıyorum) : "Kavramlarımız ve kavram sistemlerimiz için biricik meşruluk, onların deneyimizin komplekslerini ifade etmeye yaramalarıdır. Bunun dışında, onların hiçbir meşrulukları yoktur" . Ama gene de uzak olayların eş-zamanlıklarından söz edilmektedir.

Bunun sebebi şudur: Belirli bir sınır içinde bulunan zaman noktaları arasında bir tanesi seçiliyor, ve o, birinci olayla eş-zamandır diye kabul ediliyor. Demek oluyor ki burada imkânsız olan bir bilgi yerine bir tanım konmuş oluyor.- İşte Einstein'ın büyük başarılarından biri, bilimde bilgi verici imiş gibi görünen ama aslında sadece birer tanımdan başka bir şey olmıyan önermelerin bulunduğunu göstermiş olmasıdır.

21 - Yukarıda (11-14), Kant'ın teorik felsefesinin başarızıslığa uğ­ramış olmasından ve Kant'ın, olaylarla kaskatı kavramlar arasında tekabül olduğu üstündeki görüşünün yanlış olmasından söz ettik. Gerçekten, Einstein, haklı olarak göstermiştir ki, bu koşul, bir bütün olarak alınırsa yanlıştır, yani böyle bir tekabülün varlığını kabul etmek yersizdir. Bu tekabülün belirli ögeleri yalnız yanlış değil, tamamen anlamdan yoksundur da.

Mutlak zaman ile mutlak uzayı alalım. Bunlar aslında Newton'un kavramlarıdır. Bu kavramların, Kant'taki iz-düşümleri duyarlığımızın apriori form'ları oluyor. Şimdi şu tümceyi alalım: Uzay, duyarlığımı­zın apriori bir form'udur. Bunu doğrulamak ya da yanlışlamak imkânsız, çünkü Kant bunu bize yasak ediyor ve diyor ki, deneyi meydana getiren ögeler, deneyin kendisinden önce gelirler. Koşul, koşullanmış tarafından denetlenmez. Bu durumda, en iyisi, tümcenin aslı olan Newton tümcesine başvurmak olacak. Newton şöyle der:

"Mutlak uzay, tabiatına uygun olarak, ve bir dış nesne ile hiç oran tılı olmamak üzere, kendine hep eşittir ve sükûnettedir. " Ama, bir dış nesne ile orantısı olmıyan bir şey, tespit edilemez, demek ki bir olay değildir. Demek ki Newton'un tümcesi, Einstein için tahkik edilemez bir tümcedir, o halde anlamdan yoksundur.

Zaman ile uzayın neler olduklarını kendi kendine soran Leibniz'i bir yana bırakırsak, diyebiliriz ki, bilginler arasında bir kavramı uygulamadan önce ondan ne anladığını soruşturan ilk kişi, Einstein'dır.

Demek ki Viyana Çevresinin, anlam sorununu felsefe kaygılarının merkezine koymasına- belki Bertrand Russell ve Wittgenstein'la birlikteyol açan. Einstein'dır. Bence, bu bakımdan, Einstein, modern semantiğin uzak bir atası sayılabilir.

22- Son olarak, Einstein'ın belirli bir felsefe görüşünü, bu münasebetle kısaca ele alabileceğimizi sanıyorum: Einstein, Bertrand Russell'ın Anlam ve Doğru üzerine yazmış olduğu tanınmış bir yapıtı (AnInquiry into Meaning and Truth) üzerine kaleme aldığı bir eleştiride, ana çizgileriyle, kendi teorik felsefesini anlatıyor. Akılcı felsefelerle, bön realizm'i aynı ölçüde aşılmış sayıyor. Öte yandan, Berkeley ile Hume'un felsefelerinde, doğa biliminin düşünüş türünün tersini değil, onun yan- belirtisini görüyor. Ve, şeylerin bilgisinin süreci, duyu aygıtları tarafından veri olan ham maddenin işlenmesidir, diyor; sözlerine de şunu katıyor: Bu görüş genel olarak olumlu karşılanmaktadır. Sebebi, şeylerin rasyonel bilgisinin imkânsızlığından çok ampirik metodun son derece verimli olmasıdır. Buraya kadar, normal ampirik görüşten hiçbir ayrılık yok. Ancak, araya, bu düşünce ile bağdaşmıyan bir görüş girmektedir: Yukarıda (20) görmüştük ki, Einstein için kavramlar, ampirik ögelerin toplayıcılarıdır. Şimdi kavramlar için, "freie Schöpfungen des Geistes" yani zihnin serbest yaratıkları, demektedir ve bunları acunun mantıksal yapısında kullanmak gereklidir, sözünü
katmaktadır.

23 - Bu tutarsızlığın açıklanmasını, Einstein'ın psikolojisinde aramak gerek. Hatta bu psikolojik temellendirme, aynı yazıda bulunmaktadır. Şöyle ki: Hume, demektedir, düşünceye büyük bir hizmette bulundu, çünkü nedenselliğin eleştirisini yaptı ama aynı zamanda da felsefede tehlikeli hatta kısır bir akımın yer almasına sebep oldu. Öyle bir akım ki, deneyin çerçevesini aşan her şeyi "metafizik" diye yadsı­maktadır. Einstein bu köklü anti-metafizik durumu, metafizik karşı­sında bir türlü korku olarak yorumlamaktadır ve bu, demektedir, şimdiki ampirik felsefenin bir hastalığıdır. Einstein'nın zihni, kurduğu büyük teorilerle, astronomik boyutlar içinde hareket etmeğe alışmış.
Bunun kendisinde mutlakın metafiziği susuzluğunu doğurmuş olması, bence hiç imkânsız değildir.


NOT: Bu yazı Felsefe Araştırma Enstitüsünün 1965 - 66 öğrenim yılında tertiplemiş olduğu bir konferansın metnidir

1 - 2
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP