Terör, Din, ve Yeni Politika - 3

JD: Kısa denemem "İnanç ve Bilgi"de İslam'ın diğer dinlerle ilişkisinde İslam sorusunu ele aldım. İslama karşıt bir şey olarak Musevi-Hıristiyan çiftine sahibiz, fakat diğer taraftan Hıristiyanlığa karşıt bir şey olarak Musevi-İslami çiftine de sahibiz. Tanrı'nın ölümü Hıristiyandır; hem Yahudiler hem de Müslümanlar hiçbir zaman Tanrı'nın öldüğünü söylemezler. Üç İbrahimi gelenek arasında böyle bir karşı karşıya gelme söz konusudur. Eğer günümüzde olup-biten şeyleri anlamayı cidden istiyorsak köklere geri dönmeli ve Orta Çağ'dan beri ne olup-bittiğini sormalıyız. Arabik dünya Batılı araştırma, bilim ve kültürle bütünleşmesine rağmen, neden Avrupanın yaptığı gibi sosyal ve tarihsel olarak gelişememiştir? Bu soruya hiçbir cevabım yok. Fakat eğer bu döneme, bu soruya geri dönemezsek, bugünkü durumu anlamlandıramayız.

RK: Bu ifade Budizmi ve Hinduizmi de kapsıyor mu? Bu dinler böyle bir probleme sahip görünmüyor.

JD: Hayır. Net şekilde söylemek gerekirse, onları içerdiğini söyleyebileceğimden emin değilim. Bu dinin mondialatinisation'u konusunda "İnanç ve Bilgi"de vurguladığım bir husustur.

RK: Kökleri itibarı ile İslam burada Avrupa'da bizimle bir şekilde daha fazla bağlantılı olduğu için bu olabilir. Bizden (Batı'dan ve Avrupa'dan) uzaklaşması daha geç bir zamanda gerçekleşti. İslam güçlerinin Almanlar ve Polonyalılar/Lehler tarafından mağlup edildiği Viyana savaşı 1682'deydi. İslam'ın Avrupanın kalbinde olduğu tarihten bu yana uzun zaman geçmiş değil. Balkanlar, İspanya, Yunanistan. İslam bizim bir parçamızdı ve biz de onun bir parçasıydık.

JD: İslam hiç kuşkusuz büyük uygarlık, büyük bir kültür. Yine de onlar güç, teknobilim, kapitalizm diye tanımladığımız şeylerle eklemlenemediler.

RK: Bu İslam sorununu [Samuel] Huntington'ın kötü İslam İmparatorluğuna karşı iyi Batı imparatorluğu tezinden uzak durarak nasıl ele alabiliriz?

JD: İslam'da ve Müslümanlar, teologlar arasında dile getirilmiş bir İslam'ı daha şiddet yanlısı formundan ayırma arzusu vardır. Bu arzunun şiddetten bütünüyle uzak bir İslamı geri getirme arzusu olduğunu biliyorum. Fakat İslam içindeki bu farklılıklar bir politika kurumu geliştirilmeksizin, toplumun yapıları dönüştürülmeksizin etkili şekilde geliştirilemez. "İslam'ın bin Laden olmadığını" söyleyecek ilginç bir Müslüman bilgin ya da teolog bulacağız elbette her zaman. Fakat bu insanlar güce/iktidara sahip olan kesinlikle bu demokratik olmayan rejim olduğu için güçsüz kalıyorlar. Bu günümüzde tuhaf bir durumdur. Bu durumda, Avrupayı düşünüyorum — eski Avrupa sorununu, Avrupa ruhunu, Husserl'in Avrupasını, Heidegger'in Avrupasını değil, hatta Avrupa Topluluğunun ya da Tony Blair'in Avrupasını da değil — fakat belki de bugün Avrupa'da bir şey, her iki tarafa da (Birleşik Devletler ile İslam) belirli bir mesafe alabilme ihtimali var; NATO [Kuzey Atlantik Anlaşması Organizasyonunda bir müttefik olsa bile, Avrupa'da bu teokratik mü­cadelelerden, teokratik düellodan uzak durabilecek, uzak durması gereken bir şey var. Bu şemanın bir imajını vermek için, bildiğiniz üzere bana musallat olan ölüm cezası sorununa döneceğim. Onların bin Laden'i yakaladıklarını, yargıladıklarını dü­şünün, eğer Birleşik Devletlerce yakalanırsa, onu yabancı bir asker ya da düşman olarak yakalayabilirler. Böylece onu kendi adil yasalarına göre yargılayabilir ve muhtemelen ölüm cezası­na mahkûm edebilirler. Ya da o Birleşik Devletler'in yeni hukukuna göre bir Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne nakledilebilir mi? Eğer bu gerçekleşirse, ölüme mahkûm edilemez, çünkü Yeni Uluslararası Ceza Mahkemesi insanlığa karşı işlenmiş suçları, savaş suçlarını yargılayabilir, fakat ölüm cezası veremez yada ölüm kararını onaylayamaz. Bu durum, diyelim, Avrupa'nın ruhu ile Birleşik Devletler'in ruhu arasındaki farklılığı gösteriyor. Avrupa Topluluğu'nun ölüm cezasını kaldırması bir farklı­lık yaratıyor. Gerçek bir farklılık ve bir ilke farklılığı.

RK: Eğer, diyelim, İngiliz güçleri bin Laden'i yakalarsa, onu Birleşik Devletler'e teslim etmez.

JD: Hayır, edemezler ve etmemelidirler. Ne de Fransızlar — asla bir insanı ölüm cezasının benimsendiği bir ülkeye teslim etmez. Bin Laden ister bir "asker" olarak, bir "düşman" olarak öldürülecek olsun ister bir "terörist" olarak yargılanacak olsun; Bütün bu kavramlar günümüzde güvenilmezdir. Sorunuzun bir egemen, tekil ulusun yeniden tesisi hakkındaki son parçasına dönmek gerekirse, bu ülkenin birliğinin yeniden sağlanması benim için şok edici bir şey. Bu ülkenin asimilasyondan söz eden Afrikalı Amerikalıları artık tamamen Amerikanlar, en azından Şimdilik. Bin Laden'e karşı oldukları ölçüde Amerikanlar. Belki de bir gün insanlar 11 Eylül'ü Birleşik Devletler'in yeniden kurulması olarak görecekler; işte tam da bir devlet, bir birey tarafından (tek başına bin Laden tarafından ) değil, teşhis edilememiş bir düşman tarafından vurulduğu için. Bu atak bir yeni ulus kurmanın merkezi haline geldi. Bu saldırı ulusu yeniden inşa etti; bu korkunç yara neredeyse yeniden kurulma, bir ekonomi, bir tür terapi vb. hizmeti görecek türde bir kendini-savunmayı provoke etti.. Amerikalılar kendi kendileriyle uzlaştılar. Göç­menler ve toplumun diğer alt gruplarıyla uzlaşıldı. Farklı arkabahçelerden ve etnik gruplardan bir çok insanın kameraya "Ben bir Amerikalıyım" diye açıklama yaptığı bir TV reklamı görmeniz mümkün. Bu şaşırtıcıdır ve doğrudur. Fakat bu hayret verici şey devam ediyor: bütün trajedisine ve riyakârlığına rağmen hâlâ bir demokrasi fikri var. Buna hiçbir şüphe yok. 1971'de burada, Baltimore'da olduğum zamanı hatırlıyorum; "siyahlarla savaş" dehşet vericiydi. Hapishanelerde ayaklanmalar ve korkunç şiddet vardı. Bunun gerçek bir devrim olacağını düşünmüştüm. Onlar şiddet yoluna başvurdular; çünkü siyah toplumun birçok militanı ve lideri öldürüldü. Ümitsizlik dehşet vericiydi. Fakat depresyondan sonra bütünleşme, sivil haklar için mücadele eylemine giriştiler. İlerleme vardı. Yeterli değildi elbette ama vardı. Hep had safhada ikiyüzlülük vardı: sözün gelişi ırkçılık hâlâ sürüyordu. Ancak yine de bu ilerleme fikri reddedilemezdi.

RK: Bu polarizasyon/kutuplaşma devam ediyor. İslam dünyasının büyük bir bölümü popüler düzeyde Batı'yla bir tür kardeşliği unutmuş görünüyor. Oysa Amerikalılar kesinlikle uzlaşarak, ulusun birliğini yeniden sağladılar. Bu karşıt kutuplara — birbirleriyle mücadele eden, birbirlerini "şeytan imparatorluğu" diye adlandıran ve birbirlerini tamamlayan düşmanlar bakarak Avrupalıların konumunu bir orta nokta, bir arabulucu hermenoytik diyorum. Fakat şu terimleri kullanmakta isteksiz olduğunuzu düşünüyorum: hermenoytik ve arabuluculuk. Tescil ettirmek istediğim şey bu. Fakat siz gediklere ve boşluklara/mesafelere odaklanma eğilimindesiniz. Bu kesinlikle vazgeçilemez bir hamle, fakat hikâyenin tümü değil. Eğer aramızda bir farklılık varsa — bundan The God Who May Be'nin dördüncü bölümünde söz ettim — bu farklılığın tür farklılığından çok bir vurgu farklılığı olduğunu farz ediyorum. Bu Kuzey İrlanda tecrübesinden dolayı böyle olabilir.

1 - 2 - 3 - 4

Terör, Din, ve Yeni Politika - 4

JD: Bunları spesifikleştirmek için uzun zamana ihtiyacı­mız var. Avrupa'da öteden beri bir arabulma hamlesi olduğunu düşünüyorum. Avrupa büyük Ölçüde Hıristiyan olsa da, komünite olarak Avrupa, Birleşik Devletler kadar teokratik değildir. Avrupa daha sekülerdir ve bir Devletler ittifakı olduğu, farklılıklara Birleşik Devletler'den daha duyarlı ve saygılı olduğu için bir arabuluculuk rolü üstlenebilir ve üstlenmesini umut ediyorum. Bir Devletler ittifakı olarak Avrupa Birleşik Devletlerce baskı uygulamalıdır. Bu düzeyde sizinle hemfikirim. Gerçek Avrupa yalnızca Hıristiyanlığın yön verdiği Avrupa değildir — bu yeniden ele alınarak işlenmeyi gerektiren bir şey. İşte burada sizinle benim aramdaki farklılığa geliyoruz. Khöra kavramıyla kastettiğim şeyi tahayyül etmek Avrupa'da dünyanın başka bir yerinde olduğundan daha kolaydır. Bugün bu Birleşik Devletler'in bazı yerlerinde de gerçekleşebilir, fakat bu "Avrupa"nın Devletler içindeki bir boyutu olacaktır. Bazı Amerikan düşünürleri sayesinde Bileşik Devletler'de bir şeyler gerçekleşebilir. Fakat bu kendinizi "olabilecek bir Tanrı"dan değil, Khöra diye adlandırdığım şey istikametinde bir Tanrı'dan özgürleştirme tarzıyla ilişkili olmak durumundadır. Khöra derken, herhangi bir şeyi dışarda bırakmıyorum, aksine aynı zamanda Khöra politikasına, yani mutlak belirlenemezliğe — bu uzlaşmanın olmasa bile, en azından kozmopolitanizmin ötesinde bir evrensel politikanın mümkün biricik temelidir — atıfta bulunuyorum.

RK: Khöra'dan, yani bu boşluktan/uzaydan doğan "Tanrı'nın kim olabileceğini" anlayabildiğimi varsayıyorum. Onu bir yerde konuşlandırmaya çalışsaydım, mesihçiliğin Tanrı'sı ve Varlık ile Khöra arasında bir yerde konuşlandırırdım. "Olması muhtemel Tanrı" bu ikisi arasında bir sarkaç gibi gider-gelir ve bilinmesi zorlaşır. O Khöra ile özdeş değildir. Bu kitabım boyunca sizinle Jack Caputo arasmda geliştirdiğim türde bir diyalog türüdür. Tanrı'dan nasıl söz edilebileceği sorunuyla ilgili farklı­lıklarımızın bilincindeyim. Bu benim için hermenoytik bir problemdir: tekrar metafiziğe ve ontoteolojiye (ontoloji+teoloji, ç.) sürüklemeksizin ve yine "Tanrı Khöra'dır " demeksizin bir tanrı'dan nasıl söz edebilir, onu nasıl adlandırabilir ve teşhis edebiliriz?

JD: Ben hiçbir zaman bunu söylemedim.

RK: Hiçbir zaman bunu söylemediğinizi biliyorum, fakat problematik olan şeyi görüyorsunuz....

JD: Kitabınızı okurken ele aldım bu farklı sorunları. Aramızdaki farklılıklar kısa bir tartışmada hakkını veremeyeceğimiz ölçüde hassas farklılıklar. Politikaya tercüme edemeyeceğimiz ölçüde hassas ve bazen farkına varılması zor farklılıklar yada nüanslar var aramızda. Onları bu şekilde politikaya indirgeyemeyiz. Bu kitapta söylediğiniz her şeye yakın hissediyorum kendimi — kendinizi dikkatle çok ince bir çizgiyle, yani yeniden dirilişle (resurrection) tanımladığınız ana kadar yakın. Yeniden dirilişe karşı değilim. Yerliden diriliş, uzlaşma ve kurtuluş umudunuzu paylaşıyorum sizinle. Fakat ben... ben dekonstrüktivist tarzda düşünen biri olarak bir sorumluluğum olduğunu düşünüyorum; kurtuluş rüyası görsem bile. Vahyin antropoteolojik-mantığın ürünü Tanrısıyla ilişkiden çok Khora ile ilişki imkânının zorunluluğunu kabul etme, bu ilişkiyi teslim etme sorumluluğum var. Richard bir noktada belirlenebilir bir şeye inanma ihtiyacını- tercüme ediyor ve böylece yeniden diriliş "kavramını" muhafaza etmek zorunda kalıyorsun. İnancı benim kavrayışım inancın herhangi bir kesinliğin terk edildiği ve fakat yine de bir umudun var olduğu yerde mümkün olduğudur. Eğer insan yeniden dirilişin umudunun ufku olduğunu söylüyorsa "yeniden diriliş" kavramını kullandığında ne söylediğini bilebilir — inanç saf inanç değildir. İnanç aynı zamanda bilgidir. Bazen bana ateist demenizin nedeni de budur.

RK: Haklı olarak ateist olarak düşünülen biri.

JD: Bazen inancın, saf inançın gerçekleşmesi için ateist olmakla karşı karşıya kalabileceğinizi öne sürebilirim. Demek oluyor ki, burada çok karmaşık bir mantık var.

RK: The God Who May Be'de şöyle söylemiştim: "Dinin böylesine rahatsız edici olduğu yerde kendimi tout court bir aşk ve adalet arayıcısı diye adlandırabilirim."

JD: Ben de. Bir adalet ve aşk arayıcısı. Bu, bununla mutlu olduğum anlamına gelmez. Bu ıztırap verici bir şeydir.

RK: Benim için bu, hermenoytik ile dekonstrüksiyon arasındaki diyalogun kritik anıdır. Benim diyakritik hermenoytiğim bazı bakımlardan Gadamer'inkinden ve Heidegger'inkinden ve hatta Ricoeur'ünkinden farklıdır. Fakat The God Who May Be ve Strangers, Gods and Monsters' da izah etmeye ve geliştimeye çalıştığım şey hermenoytik-dekonstrüktif araftır (interface). Burada Tanrı sorunu hakkında dile getirmek istediğim şeylerden biri kendimi çok özdeşleştirdiğim Villanova'da söylediğim şeydir. Bir masabaşı tartışmasında "Tanrı'ya ilgi duysaydım, bu Tanrı gücü olmayan bir Tanrı olurdu..."

JD: Kesinlikle. Size her şeyden önce kitabınızı güçlü bulduğumu söylemek isterim. Paylaştığımız, bugüne kadar yirmi yıldır paylaştığımız tarihte olup-biten şeyi görecek kadar etkilendim ve sevinç duydum. Kitabınız soruları hayret uyandırıcı tarzda şekillendiriyor. Kitabınızı her zaman güç sorunu hakkındaki bu mini farklılıkla uzlaşarak okudum. "Ola-bilir." "Olabilir" iki şekilde anlaşılabilir. "Olabilirim" "belki"dir; aynı zamanda "ebilirim" ya da "ebilirdim"dir. "Belki" [peut-être] egemenlik dışı bir koşulsuzluğa atıfta bulunur. Bu güç arzusundan çok güçsüzlük arzusu olan bir koşulsuzluktur. Tanrı'yı bir egemen, kadir-i mutlak olarak değil, kesinlikle güçsüz bir şey olarak adlandırmakta haklısınız Adalet ve sevgi kesinlikle bu güç­süzlükten doğuyor. Fakat khöra güçten yoksundur. Zayıf ve kı­rılgan anlamında güçsüzlük değil. Güçsüzlük gücü-olmamaktır/iktidar olmamaktır. Hiçbir şekilde güç/iktidar değil.

RK: Tamam, fakat khöra önünde diz çökerek dua edebilirmiyiz?

JD: Hayır. Hayır. Bu kesinlikle farklı bir şey. Hemen ekleyeyim; dua etmem gerekiyorsa dua ederim. Fakat en azından khöra'nin beni dua etmeye yetenekli kıldığını söyleyebilirim. Bu mesafe alanı/ boşluk; beni dua etmeye elverişli hale getiren — bir nötr, kayıtsız, aşılamaz mesafe alanının/boşluğun — mevcudiyetidir. Khöra yoksa dua da olamaz. Khöra'sız Tanrı'nın, Öteki'nin, mesafe alanının/ boşluğun olamayacağını da düşünmemiz gerekir. Fakat dua edeni khöra'yâ değil yalnızca birisine, bir şeye yöneltebilirsiniz. Sorunuza dönmek gerekirse şunlardan hiçbirine karşı değilim: uzlaşma, dua eden, kurtuluş vb. Fakat ben bunların/ bu nötr, aşılamaz, kayıtsız, araf niteliğindeki khö­ra alanının/ boşluğu olmaksızın imkânsız olacağını düşünüyorum: khöra oluşun/varlığın ötesinde "dir."

RK: Bütün bu farklılıkları önceleyen, fakat yine de farklılı­ğı mümkün kılan şey......

JD: Evet.

RK: Ve bu yeni bir politikaya, bir başka kozmopolitanizme götürebilir.

JD: Kozmopolitanizmin dışında/ötesinde bir şeye, çünkü kozmopolitarizm devlete, yurttaşa ve kozmosa imada bulunur. Khöra kozmopolitanizmin dışmda bir evrensellik sunar. İşte ben bu noktadadır ki, khöra düşüncesinin günümüzde aciliyet kazandığını düşündüğüm politik sonuçlarını ele almayı planlıyorum. Eğer bir gün korkunç düşmanlar arasmda bir uzlaşma olacaksa, bu uzlaşma kozmos olmayan, yaratılmış dünya olmayan/ ulus, devlet, küresel yönelim olmayan, işte tam da khöra durumundaki bir açık alan, bir khöra, bir boş, paylaşılmış alan olduğu için gerçekleşebilecektir.

                                                                                                             New York City - 16 Ekim 2001.


KAYNAK: Richard Kearney - Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler

1 - 2 - 3 - 4

Albert Einstein ve enteresan hayatı

Einstein, Almanya'nın Baden Wurttenberg şehrinde doğar... (1879) Babası kendi halinde tıkırdayıp duran ama bir türlü parayı bulamayan bir mühendis, annesi ise kemanı bırakıp, pianoya oturan, yaylısından vurmalısına sazların alayını çalan, lakin şöhreti yakalayamayan bir müzik hastasıdır. Albert evde muhatap bulamadığından olacak ancak 4 yaşında konuşmaya başlar. Okulu tırnağı kadar sevemez, dersleri hepten boşlar. Çekilir köşesine, bol bol hayal kurar. Tabiri caizse fazla uçar, ışık demetlerine filan binmeye kalkar...

Albert iletişim özürlüdür ama kendine çok soru sorar. Günlerce çiçek böcek peşinde koşar, işine yarasın yaramasın bilgiye dönük bir şeyler arar. Hatta bir keresinde Milano'dan girer, Cenova'dan çıkar, 160 km. yolu ne zaman kat ettiğini anlayamaz. Sonra eline geçen aletlerin mutlaka içini açar, pusulaları dağıtır, saatleri bozar. Bir ara Öklit geometrisinin büyüsüne kapılır, çizer çözer, çizer, çözer gün boyu masadan kalkamaz.

Aslında araştırıcı yetiştiren Zürih Politeknik Okulu tam ona göredir ama diploması yetmediği için imtihana alınmaz. Delikanlı bu okula girmeyi kafasına koyar ve Aarau'daki Cimnazyum'da okumaya başlar. Eh bu arada çamdan çime çok şey görme fırsatı bulduğu için İsviçre'ye hoşça bakar.

Anlaşılmaz teoremler...

Albert'e göre bir insanın bilgiye ulaşmak için yüksek okula gitmesi gereksizdir, meraklısı bunları kitaplardan da öğrenebilir. Yüksek okul dediğin kitaplardan öğrenilemeyecek şeylere kapı aralamalı, açıkçası zekayı sivriltmeli, zihni bileylemelidir.

Neyse uğraşır didinir neticede Politeknik Okul'una kapağı atar, lakin hocaları onu anlayamazlar. Einstein mezun olunca, çorba derdine düşer. Önce yedek öğretmen olarak çalışır, sonra patent dairesinde işe başlar. Bu arada Mileva Mariç adlı bir fizikçiyle evlenir, iki oğlu olur. Einstein devinbilim ve ısıldinamik üzerine çok kafa yorar, ancak fen yobazları "e eşittir em ce kare" formulüne önce karşı çıkar, sonra methiye düzmek için yarışırlar.

Einstein'in 1916'da yayımladığı "Görelilik Kuramı" ilim dünyasında bomba gibi patlar, 1921'de "Fotoelektrik etki ve Kuramsal fizik" üzerine yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik Ödülünü alır. Yeri gelmişken söyliyelim "görelilik" denilen şey zaman ve madde adacıklarının bulunduğu noktalarda uzayın eğriselleşmesi (anlayamadım ki anlatabilsem) kaidesidir.

Ahmet ağa ABD yolunda

Einstein dünya çapında bir üne de kavuşsa bir Yahudidir ve Nazi Almanya'sında yapamaz. Baskılar artınca pılısını pırtısını toplar Belçika'ya kaçar. Malum, Yahudiler ne zaman sıkışsalar Osmanlı mülküne sığınırlar. Einstein de İstanbul'a gelmeyi düşünür, hatta Dışişleri çalışanları "Ahmet Tektaş" adına bir pasaport çıkarıp eline sıkıştırırlar. Ancak o bilimsel altyapısı olan ABD'yi tercih eder, kendince doğrusunu yapar. Haklarını yemeyelim Amerikalılar ne isterse verir ve ondan çok şey umarlar.

Einstein, diğer bilim adamlarının aksine fizik üstü konulara çok meraklıdır. Mesela "Zihinsel Radyo" ve "altıncı his" olaylarına çok takar. Hatta, insanların telepatik yollarla iletişim kurabileceklerine inanır. Zaman ve mekan üzerine enteresan şeyler söyler, mesela ışık hızıyla ilerliyebilen bir uzay gemisinde seyahat edenlerin, çocuklarından genç kalacağını iddia eder.

Einstein sanıldığının aksine kararsızdır, sık sık kuramlarından cayar. Çok şey söyler ama pek azını ispatlar. Bir kısmının da yanlış olduğu ortaya çıkar. Elbette boş atıp, dolu tutturmak gibi bir maksadı yoktur ama ıskalamaktan yorulmaz. Mesela gravitasyon, elektrik, manyetik ve nükleer gücü tek formül altında toplayabileceğini sanır ama başaramaz. Einstein'in matematikle arası yoktur, belki de bu yüzden derdini anlatamaz.

Fizik üstü az felsefe

İşin doğrusu Einstein fizik üzerine felsefe yapar ve diğer filozoflar gibi sıkça bocalar. Her ne kadar kuvantum mevzuunda Heisenberg'in kafasını karıştırsa da laf gevelemekten hoşlanmaz, koskoca doktora tezi bile birkaç sayfayı aşmaz. Eğer "daha güvenli bir buzdolabı motoru"nu da saymazsanız hayatı kolaylaştıran hiçbir pratik çalışma içinde bulunmaz. Sürekli girift konularla uğraştığı için basit hadiseleri kavrayamaz. Einstein'in laboratuvarında ayaklarına dolanan bir kedisi ile yerinde duramayan bir köpeği vardır. Hayvanlar elbette çok sıkılır ve ikide bir eşiği tırmalarlar. Einstein kalkıp onlara kapıyı açar ama masasına dönünce konuyu toparlayamaz. Bu yüzden kapının altında köpeği için irice, kedisi için minikçe bir delik açtırmayı planlar. Çağırdığı marangoz çırağı "büyüğünü açalım yeter" der, "buradan ikisi de işler." Einstein böylesine pratik bir çare bulduğu için ufaklığı kucaklar. "Biliyor musun, sen bir dahisin" diye fısıldar.

Amerikan solcusu Mr. Albert Einstein

Einstein bir mesele üzerinde saatlerce düşünür, sonra birden hareketlenir ve neticeyi açıklar. Tez canlıdır, bazen tutturur, bazen ıskalar. Birilerinin hoşlanmasına ya da kızmasına aldırmaz, sadece işine bakar, ya da bakar gibi yapar.

Einstein çorapsız dolanır, ayda bir yıkanır ve (belki şaşacaksınız ama) sabun yemekten çok hoşlanır. (İşin acı yanı o yıllarda Gestapolar Yahudileri fırınlayıp sabun yapmaktadırlar). Dahimiz pistir, pasaklıdır, saçlarını bile taramaz, lakin (manyetik alan üzerinde çok çalıştığından olacak) kadınlar üzerindeki çekim etkisi tartışılmaz.

Meslektaşı Mileva'yla (hamile kaldığı için) zoraki bir evlilik yapar, ancak güzel kuzeni Elsa'yla arayı düzünce onu tanımaz. Bu arada sekreteri Betty, Avusturyalı sarışın Margarette ve milyoner Estella ile adı çıkar.

Belki de bu şekilde kendini saklar. Zira Amerika'da yaşamasına rağmen sosyal demokratlığa oynar. Aslında ne sosyal, ne de demokrattır. Bir kere asosyal'dır ve demokrasiyi sosyalizm ve siyonizm için kullanır. Üstelik sempatizan değil, militandır. Militan dediysek elbette gece afişe çıkıp semtinin sokaklarını sloganlarla boyamaz ama aranan komünistlere (mesela Hilaire Noulans ve adamlarına) yardım ve yataklıktan kaçınmaz. FBI, onun hakkında 1.500 sayfalık bir rapor hazırlar ama başkan bile şöhretinden (belki de Ruslara kaptırmaktan) korkar. O da bundan aldığı cesaretle antimilitarist beyanlarda bulunur, savaşanlara savaş açar. Einstein, "devlet halkını korumalı, halk devleti değil. ABD, bizi askerlik yapmaya zorlayarak bu ilkeyi ihlal ediyor. Güvenlik silahlanarak değil, savunma harcamalarını kısarak sağlanır. Sıradan bir caninin bu savaşa katılan askerlerden ne farkı var?" der.

Nagazaki'nin vebali...

Einstein her ne kadar silahlanmaya karşı gibi görünse de bilim adamına yakışmayan bir iş yapar, Roosevelt'in kulağına cevher-ül ferd (atom) bombasının sırrını fısıldar. Gelin bakın şu işe ki bomba onun beklediği gibi Almanların değil, Japonların başında patlar. Lakin pişkinliğe vurur, Hiroşima ve Nagazaki'nin vebalini üstüne almaz.

Einstein bir ara atomdaki elektronları sıçratarak tek frekanslı bir ışık demeti elde etmeye uğraşır ve bunu (ölüm ışınını) nispeten başarır. Bu çok tehlikeli bir silahtır ama aklı başında araştırıcılar ışını (laser) terbiye eder, kah metal kesmekte, kah ameliyatlarda kullanırlar.

Einstein'ı öldükten sonra otopsiye alırlar. Dr. Thomas Harvey, onun dehasıyla ilgili ipuçları bulabilmek için beynini çıkarır, sanılanın aksine Einstein'ın beyni, normal insandan % 12 oranında hafif çıkar. Ancak düşünce sinirlerini besleyen "gliyal hücre" sayısında bir fazlalık göze çarpar. Hayranları söz konusu beyni Wichita'da yaşlı bir doktorun evinde saklarlar.

Ben kimim burası neresi?

Ünlü araştırmacı bazen yemek yemeyi unutur bazen de yemeğe oturur, saatlerce tabaklara bakar. Bir keresinde telefon kulübesinden evini arar ve titreyen bir sesle "kayboldum, gelin beni alın" diye ağlar. Halbuki söz konusu kulübe ile evi arasında 50 metre mesafe vardır, o kadar...


Bütün zamanlar için geçerli bir estetik kavramından söz edilebilir mi

Estetiği, geçici ve ilk tanımlamasında, insan aklının kendi sanatçı eylemi üzerinde düşünmesine bağladığımıza göre, her zaman ve her yer için geçerli hir sanat olgusu kuramından söz eden hir estetik olamayacağı açıktır.

Sanat, Şiir, Güzellik denilen önsel (a priori) gerçeklik, nasıl algılanacağı ve hayranlıkla karşılanacağı aşkın (transcendent) bir alanda değil, bugüne kadar yaratılmış ve yaratılmağa devam edilen sayısız şiirde, sanat yapıtında, güzellikte bulunuyorsa, mantıkî önsel bir sanat kavramı da bugüne kadar oluşturduğu ve oluşturmağa devam ettiği yargılarda, ortaya çıkardığı görünümlerde, kuramlarda, çözdüğü ve bundan sonra da çözeceği sorunlarda ve sorun gruplarında yatmaktadır. Tanımlamaların ve ayrılıkların, ilişkilerin ve olumsuzlamaların her birinin kendi tarihleri vardır, yüzyıllar boyu durmadan süren bir çalış­manın sonucudurlar. Dolayısıyle estetiğe, ya da sanat bilimine (bazı skolastik kafaların yaptığı gibi) sanatın her zaman için geçerli bir tanımını yapmak ve bu kavramdan
estetik biliminin tüm alanını kaplayacak öğretileri çıkarmak gibi bir görev verilemez.

Sanatı insan aklının yarattığı belli başlı bulgulardan biri olarak, estetik görünümü içinde aklın eseri olarak kabul eden Italyan filozofu ve estetikçisi Benedetto Croce'nin (1866-1952), ülkücülüğü nedeniyle utangaç yorumlarıyle somutlaştıramadığı bu durumu, çağdaşı ve yurttaşı Carlo Salinari şöyle açıklamaktadır:

"Marx ve Engels, düşüncelerinin genel konumuyle uyumlu olarak sanata tarihsel bir kaynak tanımışlar, onu 'insanın ölümsüz niteliğinin’ yok edilemeyen bir işlevi, ‘ruhun genel bir kategorisi’ olarak anlamayı yadsımışlardır. Marx ve Engels, sanatın somut ve gerçek olan insanın etkinliklerinden (ve gereksinimlerinden) doğduğunu, bunun sonucu olarak da bütün yer ve zamanlar için geçerli bir tanımın mümkün ve yararlı olmadığını açık bir biçimde ileri sürerler. Dolayısıyle, sanat olgusunun genel kuramı olarak anlaşılan bir ‘estetik' kavramını da yadsırlar.»

İnsanın doğa karşısındaki durumu ve davranışı nasıl tarihin ilk gününden başlayarak aralıksız bir değişimle, insanın doğaya adım adım egemenliğiyle belirliyse; ilk aleti kullanan insanın bilgisiyle bugünkü bilimsel bilgi, mağara resimlerini yapan ilk büyücü-sanatçının duygusu ve bilinciyle bugünkü sanatçının duygusu ve bilinci arasında da insanın gerçeğe egemen olma mücadelesinin izlerini görmemek olanaksızdır. İnsan doğayı değiştirir, kendine düş­man güçleri kontrolu altına alırken kendi öz bilincini de yaratmıştır. Dolayısıyle insanın «özne»yi yaratma süreci içinde gerçeği tanıma yetilerinin tümü temelden yapısal değişikliklere uğrar. Bir yandan maddi dünyanın, tekniğin gelişimi, öte yandan bilinç, duygu ve sezginin gelişimi sanat olgusunu, estetik değerlendirmeyi insanın dünyadaki etkinliklerinin bir ayrılmazı durumuna getirir.

Bu nedenle, «estetik, güzelliklerin bilimidir, sanatların felsefesidir» önerisi, «hangi çağda, hangi toplumsal-ekonomik ilişkiler içinde hangi güzelliklerin ve sanatın bilimidir?» sorusuyla birlikte göz önüne alınmak gerekir.

Bu durum, estetiğin daha sınırlı ve özel tanımlarına geçmeden önce bizi kendiliğinden, bu tanımlamaları hazırlayan tarihsel düşünce ve olguları, bu konuda ileri sürü­len savları incelemeğe, bir bakıma estetik konusundaki dü­şüncelerin tarih içinde kısa bir gözden geçirilişine götürmektedir.

Modern bir estetik tanımına ve anlayışına ancak bu aşamalardan geçerek varabiliriz.

Ortaçağ Felsefesi ile Kültürünün Özellikleri - 1

Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçünün, Akdeniz çevresinde ve içerlerinde yüzyıllar sürmüş bir politik düzene son verecek olan bu dev kımıldayışın seli altında ezilip yıkılınca, bilimsel kültür de yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Avrupa'da Eski Dünyanın yıkıntıları içinde, antikçağın kültür değerlerini ele alıp ilerisi için kurtaran Kilise olmuştur. Barbar kavimlere - Roma ve Cermen kavimlerine - antik bilimi benimsetme işinde din çıkış- noktası yapılmıştır. Kültürsüz genç kavimler - barbarlar - Kilisenin aracılığıyla Eski Dünyanın okuluna gidip onun kültür değerlerini yavaş yavaş benimseyerek yetişmişlerdir. Renaissance ile başlayan Avrupa'nın yeni kültürünü bu yetiştirme hazırlamıştır. Renaissance, genç Avrupa uluslarının artık erginliğe ulaşmalarının ürünüdür.

Tutulan yolun doğal sonucu olarak da, önce, Kilisenin antik kültürden kendine uygun bulup aldığı düşünceler ayakta kalabilmiş, Kiliseye aykırı olanlar da kesin olarak dışarıda bırakılmıştır. Bu yüzden antik kültürün birçok değerleri karanlıklara gömülmüştür. Bunlar, sonra, uzun yüzyıllar içinde binbir zahmetle - Renaissance'ta - yeniden gün ışığına çıkarılacaktır.

Kilise, genç kavimleri eskiçağın kültür değerleriyle - hiç olmazsa bunlardan işine gelen bir kısmı ile - yoğurup yetiştiren bir okul olmuştur dedik. Kilise de o sıralarda bunu yapacak durumda idi; çünkü Roma İmparatorluğu yıkıldığı zaman ayakta kalmış tek büyük güç Hıristiyan Kilisesi idi. Hıristiyanlık, birkaç yüzyıl içinde başlangıçtaki küçük cemaattan koca bir örgüt geliştirmişti. Ayrıca, bütün insanlığa "kurtuluş"u sağlamayı özel görevi saydığından, barbarların din bakımından yetişmesini, eğitilmesini üzerine almak, Kilisenin özünde bulunan bir işti. Üstelik, o sıralarda elde, bu yetiştirme işine temel olabilecek Augustinus'un birliği olan öğretisi de vardır, işte, barbar Cermen ve Roma Kavimleri antikçağın kültür mirasını bu yoldan edinmişlerdir.

Felsefeye, bilime bu yaklaşma, bu giriş biçimine bakarsak, ortaçağ eski Yunanlıların yürümüş olduğu yolu tam tersinden yürümüştür diyebiliriz. Yunanlılarda felsefe ilkin dinden kopma ile, bilmek için bilmek ile, salt bilmeden (theoria) duyulacak sevinç için başlamış, ancak sonraları yavaş yavaş değişerek pratiğin (praxis) - ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin - hizmetine girmişti. Ortaçağ felsefeyi hemen işin başında bile bile pratiğin - dinin ereklerinin - hizmetine koşmuştur. Ona göre felsefenin göreceği iş, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı, pekiştirilmiş olanı, düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmektir.

Ama, ortaçağın bu ana tutumunun yanı sıra, yavaş yavaş, salt öğrenme için öğrenme bakımından da bir heves uyanıp gelişmiştir. Önce çekine çekine, sonra da bile bile. Bu eğilim, önceleri, doğal olarak, inancın dokunulmaz tasavvurlarına uzak olan alanlarda başlamış, sonra gittikçe yayılmıştır. Bu gelişme de, inan ile bilimin sınırlarının ayrılmasına, felsefenin teoloji karşısında bağımsızlığını elde etmesine yol açmıştır. Böylece, bir anlamında genç Avrupa uluslarının yetiştirilmesi demek olan Ortaçağ Felsefesi, çıkış noktası olarak Kilisenin öğretisini almış, sonunda da bilimsel düşünceye yaklaşmıştır.

Gerçi bu süreçte yeni uluslar da ortaçağ kültürüne kendilerinden bir renk katmışlardır. Ama, Ortaçağ Felsefesi ana düşüncelerinde - sorunlarında ve bunların çözümlerinde - Antik Felsefenin kavramlar sistemi içinde kapalı kalmıştır. Büyük bir iş olan genç uluslar yetiştirme, eğitme işinde ortaya konan en yüksek düşünce ürünleri bile, bir öğrenci başarısından pek ileriye gidememiştir denilebilir. Genellikle yapılan şey, antikçağın düşünce dünyasını benimsemek olmuştur. Bundan dolayı, Ortaçağ Felsefesi, ancak, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesi diye anlaşılabilir. Bu felsefe, Hıristiyanlaştırılmış Antik Felsefedir.

Ama Antik Felsefe sonuna kadar bir gerginlik içinde - tartışmalar, çatışmalarla - gelişmişti. Oysa Ortaçağ, benimsediği ve kendine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genel olarak, olmuş-bitmiş diye saymıştır. Bu felsefeye göre, Kilisenin benimsediği antik filozoflar ile Kilise düşünürleri "doğru"yu bulmuşlardır; artık yapılacak şey, bunun şurasında burasında düzeltmeler yapmak, tutarsızlıkları gidermektir. Başka bir deyişle: ortaçağın duruk - statik - bir felsefe anlayışı var, antikçağınki ise dinamik.

Bütünüyle duruk olan Ortaçağ Felsefesinin içinde yine de birtakım kımıldamalar bulabiliyoruz. Bu felsefe, benimsediği Antik Felsefenin kavramlarını işlemekten oluşmuştur. Ancak, bu kavramların kendilerinde bulunan karşıtlıklar birtakım felsefe sorunlarına yol açmış, birtakım akımları ortaya çıkarmıştır. Daha başlangıçta, bir çatışma Augustinus'un temsil ettiği resmi kilise öğretisi ile Yeni-Platonculuk arasında olmuştur. Bu anlaşmazlık, bundan böyle din-felsefe ilişkileri konusunda bütün Ortaçağ boyunca temelli bir ayrılık olarak kalacaktır, ileride görüleceği gibi, Augustinus'un felsefesi "Kilise" kavramına dayanır; bu kavram üzerinde toplanıp işlenmiş olan bir felsefedir. Agustinus'a göre felsefenin ana ödevi, Kilise öğretisini bilimsel bir sistem olarak oluşturmak, bu bakımdan temellendirip geliştirmektir. Bu ödevi yerine getirmek yolunda oldukça, Ortaçağ Felsefesi skolastiktir, bir okul bilgisidir. Bunu karşısına çıkan Yeni-Platonculuk akımı ise, ilk planda Kiliseyi göz önüne bulundurmaz; tek kişiyi esas sayar; onu, Tanrı ile birleştirecek o mutlu bilgiye ulaştırmayı erek bilir. Bu yolda oldukça da, Ortaçağ Felsefesi bir mistisizmdi. Skolastik için esas, Kilisenin saptamış olduğu öğretidir; mistisizm için ise kişisel dindarlıktır.

Dinin öndayanaklarının ne olacağı konusundaki anlaşmazlıkan doğan bu iki akım yanında ortaçağda yavaş yavaş belirip genişleyen bir akım da, dini olmayan real bilgiler bakımından olan bir gelişmeyi içine alır. Bu akımın da yine - dini olanlar gibi - antikçağ kültürünün kazançlarından, Yunanlılar ile Romalıların dünya konusunda geliştirdikleri bilgilerden yararlanmış, beslenmistir. 1200 yılı sıralarında Arap Felsefesi ve bilimin öğrenilmesi, dolayısıyla Antik Felsefe ile o zamana kadar bilinmeyen bir genişlikle tanışılması, bu akımı birdenbire hızlandırmıştır. Bu gelişme de, sonunda, din ile felsefenin ayrılmaları sonucuna vardıracaktır.

Ortaçağ Felsefesi, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesiydi; bu belli açı da Hıristiyanlığın açışıydı. Ortaçağ kültürü antikçağ dünya ve hayat anlayışının Hıristiyanlaşmasından oluşmuştu. Ortaçağ Felsefesinin öğretilerine geçmeden önce, bir de şu konuyu biraz aydınlatmak yerinde olacak: Hıristiyanlaştırmak ne demektir? Hıristiyanlığın getirmiş olduğu — antikçağın bilmediği, ya da bağlanmadığı - "yeni görüş"ler nelerdi? Bu "Hıristiyan olan" ne? Antik dünya ve hayat anlayışı karşısında Hıristiyanlığın özellikleri — kendisine özgü düşünceler - hangileridir?

Hıristiyan dünya görüşünün başlıca özelliklerini antikçağınkilerle karşılaştırarak belirtmeye çalışalım. Hıristiyanlığa özgü olan bir anlayış, her şeyden önce, bu dinin Tanrı kavramıdır. Hıristiyanlıkta Tanrı, dünyayı istenciyle yoktan varetmiş olan yaradandır. Hıristiyanlığın birçok görüşleri bu Tanrı anlayışına bağlıdır; bunun doğal, mantıki bir sonucudurlar. Nitekim böyle bir Tanrı kavramı, yaradan ile yaratık arasına aşılmaz bir uçurum, giderilemez bir ayrılık koyar. Oysa, antikçağda yaradan ile yaratım arasında bu kesin karşıtlık yok. Çünkü antikçağ için Tanrı, bu evrenin bir mimarıdır, bir yapı ustasıdır (Demiourgos); biçimlendirdiği maddeyi Tanrı hazır bulmuştur; madde de, Tanrının kendisi gibi, öncesizdir, onun gibi yaratılmış değildir. Yaradan-yaratık ilişkisi için antikçağın tipik bir görüşü olan Yeni-Platoncu felsefeye göre, Tanrı varlığın kendisidir; geri kalan bütün varolanlar Tanrısal Varlık dolayısıyla, ondan "pay aldıkları" için varolmuşlardır. Dolayısıyla da, bütün yaratıklar dünyası - canlılar, cansızlar - Tanrıdan türediklerinden (emanatio), onunla özdeştirler, onunla bir özdendirler - Onun pek sönükleşmiş ışınları olsalar bile. Oysa Hıristiyanlıkta yaradan ile yaratık aynı hamurdan değiller, başka başka özlerden. Onun için aralarında kapanmaz bir aralık var.

Ortaçağın başlıca akımlarından biri olan mistisizm Tanrı üzerindeki bu orthodox Hıristiyan görüşüyle hep savaşmıştır. Resmi Hıristiyan görüşüne boyuna sızan Yeni-Platonculuk, Hıristiyanlığın bu Tanrı-insan ilişkisi anlayışını hep mistisizme kaydırmıştır. Çünkü Tanrı ile insanın içten yakın oldukları, birbirlerinden birçok basamaklarla ayrı da olsalar, önce eşit oldukları düşüncesi, Yeni-Platonculuğun, dolayısıyla da onun bir görünüşü olan mistisizmin en temelli görüşlerinden biridir.

Hıristiyanlığın bu sert Yaradan-yaratık karşıtlığı, Tanrı-insan ilişkileri açısından alınırsa, bundan yalnız teorik değil, pratik bakımdan da pek önemli olan birtakım sonuçların çıkmakta olduğunu görürüz, insan, varoluşunu Tanrının istemesine borçlu ise, o zaman insan hayatının tek anlamı, Tanrının istediğini yerine getirmek olur. Hıristiyanlık theosentrik bir dindir: Tanrı bütün varlığın merkezidir; her şey dönüp dolaşıp ona bağlanır; bütün varlık Tanrı istediği için vardır; bu dünya Tanrı kendini açsın diye vardır; evren Tanrının açınmasıdır (vahyi). Açınma da Tanrının istenç ve özünün bir dile gelmesi olduğu için, tek doğru olandır, tek geçerliği olan şeydir. Bu yüzden Hıristiyanlık, alçakgönüllü olmayı (humilitas), Tanrının önünde alçalmayı, küçülmeyi en yüksek erdem sayar; bu erdem, Hıristiyan dindarlığının özüdür. Dolayısıyla da, bunun tersi olan kibir, yani Tanrıya eşit olmaya, kendini onunla bir tutmaya kalkışmak, onun sırlarına ulaşabileceğini düşünmek, en büyük kötülüktür. Sonra: budünyadaki bütün otoriteler, Tanrısal istençten aktarılmadırlar; ondan ödünç alınmışlardır; onun izniyle iş görmektedirler. Onun için ana-baba ve devlet gibi otoritelere itaat gerek. Öteki erdemler de, itaat gibi, hep böyle, Tanrıya bağlanarak temellendirilirler.

1 - 2

Ortaçağ Felsefesi ile Kültürünün Özellikleri - 2

Yaratıklar dünyasının ötesinde bulunan, aşkın (transcendent) olan Hıristiyan Tanrısı, bir de kişiliği olan Tanrıdır. Bu kişiliği olan tanrı karşısında da, kişiliği olan ruh var: "Ben"in karşısında "sen"in olması gibi. Her ikisi de bunların, dışarıya karşı kapalıdırlar. Hıristiyan Tanrısı, Herakleitos'un, Stoa'nın Logos'u gibi, evren içinde dağılıp bölünen, kişiliği olmayan bir Tanrı değil. Onun için, Tanrı ile birleşmeyi göz önünde bulunduran mistikler, hep Tanrının bozulmaz bir birlik, kırılmaz bir çember gibi olan kişiliğini ortadan kaldırmayı denemişlerdir. Ruhun kişiliği düşüncesi de antik bir düşünce değil. Antik felsefede ruh, kişisel değildir, bir doğa faktörüdür. Bu yüzden Antik Felsefe, ruh (psykhe) ve can (bios) kavramlarını sıkı sıkıya birbirine bağlar. Bu anlayışta tek tek ruhlar, Evren Ruhunun dallanıp budaklanmaları, sürgünleri gibidir. Buna karşılık, ruhun tek başına olduğu, yalnız olduğu, yalnızlığı içinde Tanrının karşısında bulunup Tanrının bakışlarının üzerinde toplandığı düşüncesi, kişilik kavramının gelişmesine yol açan bu görüş, antik değil, bir Hıristiyan düşüncesidir. Mistisizm bu düşünce karşısına da çıkmıştır. Çünkü mistik, Tanrıya esrime (ekstasis, vecit) ile, yani "ben"in sınırlarını kırarak, bu "birliği" çözerek ulaşmayı dener. Pantheist mistisizmin amacı, hep, bilincin çemberini, "ben"in kapalılığını aşmaktır. İşte, bu kişiliği olan, yaratıklar dün- yasının yaradanı olan transcendent bir Tanrı kavramı, Hıristiyan inancını taşıyan bir ana direktir.

Hıristiyan inancını taşıyan bir başka direk de: Tanrı-İnsan ile birolmak yolu ve aracıyla insanın günah ve ölümden kurtulacağı düşüncesidir. Tanrı-İnsan ile birolmak da, birtakım kutsallaştırıcı eylemler (sacramentum), ile gerçekleştirilir. Bu Tanrı-İnsan anlayışı, yalnız Hıristiyanlıkta değil, o sıralarda Roma İmparatorluğu içinde yayılıp yerleşen bazı Hellenistik kültlerde de var. Buda, kişisel bir din gereksemesinin uyanmış olduğunun bir belirtisi. Çünkü din, bu sıralarda Roma'da bir devlet işi olarak dışlaşmıştı, resmi Roma dini, imparator kültünde devletin kendisini Tanrılaştırmasına varmıştı. Kişisel dindarlıkda, her şeyden önce, kişisel ölümsüzlüğü özlemek demektir.

Tanrının insan olması, bu insan olmuş Tanrı ile kutsallaştırıcı eylemler yoluyla birleşebileceği inancı, Hıristiyanlıktaki mistik öğedir. Hıristiyanlığın ilkece bütün yaratıklardan başka olan transcendent Tanrısı ve bu Tanrı ile bir olmayı göz önünde bulunduran mistik inanç nasıl uzlaşabilir? Bu uzlaştırmayı daha, Hıristiyan inancının ilk kurucularından olan havarilerden (apostolos) Paulus da denemiştir. Paulus, Tanrıya karşı işlenmiş bir suç olan günah ile ölümü birbirine bağlar, İnsan, ona göre, doğuşundan, doğasından (physis) günahlıdır; bu yüzden ölüme mahkûmdur, ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ama, Tanrı özgür bir eylem ile, kendisi isteyerek insan olmuş; bununla da insana ölümden kurtuluş yolunu açmıştır. Çünkü insan, ölüp dirilen Isa ile birolunca, dolayısıyla onun kaderine katılınca, onun gibi, yeniden doğma, ölümü aşma olanağını kazanabilecektir. Bu da Tanrının insana bir lütfudur (gratia).

Bu "kurtuluş" dogması, Hıristiyanlığın ahlak görüşünün ayar noktasıdır. Günah, Hıristiyanlığa göre, insana, doğmuş olması, ölümlü olması gibi özgü olan bir niteliktir; insan doğasından günahlı ve ölüme mahkûmdur. Bu yüzden de insan, günahtan ancak doğaüstü bir ilkenin yardımıyla, Tanrının kendisine elini uzatmasıyla (inayet) kurtulabilir. Ama bu demek değil ki, insan günaha karşı savaşamaz, savaşmamalı. Tam tersine: Bu savaş olmasa, insan kurtuluş gereksinmesini de duymazdı. Yalnız şu var: Bu savaşmasında insan, yalnız kendi gücüyle başarıya ulaşamaz.

Burada, biraz da, Hıristiyanlığın bu görüşü ile Antik Felsefenin bu konuda ki anlayışını karşılaştıralım. Sokrates ile onun izinde yürüyenlere göre erdem= bilgidir; kimse bile bile kötülük (suç, günah) işlemez; insanın bilgisi arttıkça suçtan da uzak durur. Dolayısıyla en yüksek amaç olan mutluluğa, insan kendi gücü ile - bilgisini olgunlaştırmakla - ulaşabilir. Hıristiyanlığa göre ise, böyle bir şeyi düşünmek bile bir küstahlıktır, bir günahtır, İnsanın günaha karşı yaptığı savaş, tüm doğasına karşı açtığı bir savaştır; amaç da, bu doğayı tümü ile yenmektir. Gerçi, doğamızın belli yönlerini yenmek düşüncesi Antik Felsefede de var: Sokrates, duygulanımlar, duyusal istekler üzerinde akıl ile bir egemenlik kurmak gerektiğini ileri sürmüştür; Stoa, tutkuların üstüne yükselme (apatheia) ile "içten bağımsız olmaya", dolayısıyla mutluluğa ulaşabileceğine inanmıştı. Hıristiyanlığın ideali bunlardan büsbütün başka bir şey. Burada göz önünde bulundurulan: İnsanın bütün gücünü ortaya koyarak - hiçbir zaman da tam olarak gerçekleştiremeyeceği — etini yenmek çabasıdır. Sokrates de, Platon da, Stoa da ruhun yüksek yönünün (akıl, istenç) aşağı yönüne (istekler, içgüdüler) hâkim olması gerektiği, hâkim olabileceği düşüncesindeydiler. Hıristiyanlığa göre ise, ruh, doğal halinde, bütünüyle bozulmuştur, onun için amaç da: Büsbütün başka bir insanı, yepyeni bir insanı ortaya koymaktır. Yine bu yüzden, Antik Felsefenin düşündüğü gibi, ruhun yalnız yüksek kısmı ölümsüz değildir; Tanrının inayetine ulaşacaksa, insanın tümü birden yeniden dirilecektir - ancak baştan aşağı değişmiş olarak. Bu son söylenenleri, Hıristiyanlığın "ölüm"karşısındaki tutumu daha iyi aydınlatabilir, ölüm sorunu, "ölüm karşısında en doğru tutumun ne olabileceği", "ölüm korkusunu yenme" sorunu, Antik Felsefede de - önce Sokratesçi çığırlarda, sonra da özellikle Aristoteles'ten sonraki gelişmede - önemli bir yer alır. Bu konuda Antik Felsefenin düşüncesi özetle şudur denilebilir: ölüm korkusu, insanın aklı yenebileceği bir yanılmadır. Hıristiyanlığa göre ise (Paulus ile Augustinus için), bütün bu ölüm gerçeğini görmezlikten gelmek isteyen yorumlar, kendi kendimizi bir aldatmadır; "Ölümden korkulmaz" demek boş bir sözdür, ölüm korkusu beşeri bir şeydir; günah gibi insanın özü ile ilgilidir, ölüm korkusundan kurtulma, ancak ölümden kurtulma ile olabilir. Ölümden kurtuluşu da ancak Tanrının kayırması (inayeti) sağlayabilir. Hıristiyan dünya görüşünün getirdiği, Antik Felsefede olmayan, yeni anlayışların başlıcaları bunlar.

Hıristiyan görüşünün Antik Felsefe ile ortak olduğu anlayışlar da, bağdaşıp birleştiği yönler de - bu felsefenin yardımıyla öğretisini oluşturmaya çalıştığına göre - elbette var. Bunların başında, Platon'un idealizmi ile dualizmini, Aristoteles'in teleolojisini, Stoa'nın monotheizmi ile "önceden belirlenmiş olma" (praedestinatio) inancını sayabiliriz. Antik Çağ Felsefesinden yalnız bir çığır ile, şüphecilik ile, Hıristiyan dünya görüşü, elbette hiçbir şekilde uzlaşamazdı. Çünkü şüphecilik (skepsis), çürütülemez bir doğrunun insan için olamayacağı, şüphede durup kalınması gerektiği düşüncesindedir. Oysa Hıristiyanlık mutlak bir inana bağlanıyordu; belli inançlarda kesin bir doğru'ya varmış olduğuna güveniyordu. Şüphecilik ise, böylesine bir doğruya ulaşmayı ilkece olanaksız sayıyordu.

Kaynak: Macit gökberk - Felsefe Tarihi

1 - 2

Modern Bilimlerin Işığında Atomcu ve Stoacı Alan Modelleri - 1

Halil Güveniş

Modern alan kuramı, antik çağda geliştirilen atomcu modeli de, stoacı modeli de haklı bulmaktadır; bu iki modelin birbirlerini tamamladıklarını ve gerçeğin eşdeğerli iki yüzünü teşkil ettiklerini söylemektedir. Atomcu model, alanın değiş tokuş edilen parçacıklardan oluştuğunu; stoacı model ise, bu parçacıkların aynı zamanda tüm uzayı saran bir gerilim durumu (dalga) olduğunu varsaymaktadır. Ancak, elektromanyetik alanın birbiriyle çelişen iki model tarafından betimlenmiş olması, günümüzde de çözüm bekleyen bir problemdir…

“İki cisim birbirini uzaktan nasıl çeker?” sorusu, doğa felsefesini derinden etkilemiştir. Bu soruya cevap vermek için, cisimler arası uzayı tamamen kaplayan bir kuvvet alanı kabul edilmiş, çeşitli alan modelleri geliştirilmiştir. Atomcular alanı, parçacık değiş tokuşu ile açıklamaya çalışmışlar, stoacılar ise, hava (pnevma, Esir) vasıtası ile tüm maddenin birbiriyle etkileşim içinde olduğunu iddia etmişlerdir.

Bugünkü seminerimizde, atomcu ve stoacı alan modellerini modern bilimlerin ışığında incelemek istiyoruz. Bunu yapabilmek için önce, elektromanyetik olayların mıknatıs taşı ve kehribar kuvveti olarak bilindiği antik çağa gideceğiz. Deneysel ve matematiksel olarak hemen hemen hiçbir şeyin bilinmediği bu çağda, atomcu ve stoacı modellerin, elektromanyetik olayları felsefik anlamda açıklamış olduğunu göreceğiz. Böylece, fizik kuramlarının temelinde yatan felsefik açıklamalar gözler önüne serilecek.

Seminerin yarım saati aşmayacağını tahmin ediyorum. Anlaşılmayan yerler olursa hemen sözümü kesmenizi ve anlamadığınız noktaları belirtmenizi rica ediyorum. Tartışma gerektiren sorularınızı ve kendi katkılarınızı ise, seminerin sonuna saklamanızı öneriyorum. Seminerin anlaşılabilirliğini tehlikeye atmamak için mümkün olduğunca kısa ve öz konuşmaya çalışacağım. Tartışma bölümünde, eksiklerimi ve açıklanmasını istediğiniz noktaları belirtmenizi ve bir açıklama istemenizi bekliyorum. Unutmayın ki, felsefik bir yolculuk, ancak felsefik bir tartışma ile sonuçlandırılabilir!

Mıknatıs taşı ve kehribar

M.Ö. 600 yıllarında Miletli Thales, mıknatıslı taşların demir parçalarını çektiğini fark etti. Daha sonra bir deney yaptı ve yünle ovulan kehribarın, saman çöplerini çektiğini gördü… Mıknatıs taşı ve kehribar (Yunanca adıyla elektron), günlük yaşamda ender rastlanan maddelerdi. Mıknatıs taşları Magnesia’da (bugünkü Manisa’da) çıkarılıyordu. Kehribar ise, altın gibi az bulunan bir maddeydi. Dahası, mıknatıs taşının ve kehribarın kuvvetleri, sadece belirli maddeleri çok özel şartlar altında çekebiliyordu.

İki cisim birbirini uzaktan nasıl etkileyebiliyordu? Mıknatıs taşının ve kehribarın çekim kuvvetleri birbirinden farklı mıydı? Yoksa, tek bir olgunun iki ayrı yüzünü mü teşkil ediyorlardı?.. İşte, doğa felsefesinin cevap vermeye çalıştığı sorular bunlardı. Eski çağ insanları, gizemli uzaktan çekim kuvvetlerine doğa üstü nedenler aramıştı, ilahi güçlerin tezahürü olarak görmüştü. Oysa doğa felsefecileri bu kuvvetlere, akla ve gözleme dayanan maddi nedenler bulmak istiyordu. Birbirinden uzak iki cisim, aralarındaki mesafeyi atlayarak kuvvet uygulayamayacaklarına göre, cisimler arası uzayda (alanda) bazı olayların cereyan etmesi gerekiyordu. Ancak bu şekilde, somut madde hareketlerine dayanan açıklamalar yapmak mümkün olabilirdi.

Atomcu model

Manyetizmaya ilişkin ilk açıklama Demokrit’ten geldi. Aphrodisias’lı Alexander’in Fizik İncelemeleri kitabından öğrendiğimize göre Demokrit, “Mıknatıs taşı demiri neden çeker?” sorusuna, üç temel varsayımdan hareket ederek cevap veriyor:

1. Cisimlerden dışarıya atom akımı vardır.
2. Her atom kendine denk atomlara doğru hareket eder.
3. Her cisim çevresindeki boşluğu doldurmaya çalışır.

Bu üç temel varsayım dışında, mıknatısın ve demirin birbirine denk atomlardan oluştuğunu kabul ediyor Demokrit. Ancak diyor, mıknatısın atomları demirinkilere nazaran daha ince ve gevşektir ve daha fazla boş mekana sahiptir. Bu yüzden mıknatısın dışarı akan atomları daha hareketlidir ve demirin denk atomlarına doğru hızla hareket eder. Demirin gözeneklerine girince, demir atomlarını harekete geçirir ve ince olmaları dolayısıyla bunların arasından geçer. Hareketlenen demir atomları, dışarıya, mıknatısın denk atomlarına doğru akar. Böylece demir, dışa akan atomlarının peşinden boşluğu doldurur ve mıknatısa doğru harekete geçer. Ancak, mıknatıs demire doğru hareket edemez, çünkü demirin dolduracağı o kadar fazla boş alan yoktur.

Demokrit’in manyetizmaya ilişkin düşünceleri bunlar… Özetleyecek olursak: Demokrit, cisimlerden dışarıya atom akımı olduğunu ve atomların değiş tokuşunun manyetik kuvveti meydana getirdiğini söylüyor… Tabii Demokrit’in açıklamasında, atomların değiş tokuş mekanizması hakkında birçok tutarsızlık ve spekülasyon var. Ancak bu açıklamanın 2400 yıl önce yapıldığı düşünülürse, günümüzde geçerli olan elektromanyetik alan kuramıyla benzerlikleri şaşırtıcıdır. Bugün de, cisimlerden dışarıya foton dediğimiz ışık parçacıklarının aktığı (salındığı) kabul edilmektedir; bu parçacıkların değiş tokuşunun elektromanyetik kuvvetleri meydana getirdiği düşünülmektedir.

Ancak, Demokrit’le modern açıklama arasında iki fark var. Birinci fark, boşluğun yapısı konusunda. Demokrit’e göre boşluk, tamamen boştur; içinde hiçbir şey yoktur. Oysa modern alan kuramı, boşlukta cisimlerden bağımsız foton titreşimleri olduğunu kabul eder ve bunların cisimlerle etkileşimini göz önünde bulundurur… Demokrit’le modern açıklama arasındaki ikinci ve en önemli fark ise, fotonların (atomların) iki cisim arasında giderken seçeceği yol konusunda. Demokrit’in mekanikçi anlayışına göre, cisimlerden dışarıya akan atomların her biri öteki cisme ulaşmak için sadece ve sadece tek bir yol kullanır. Oysa modern alan kuramı, değiş tokuşu yapılan her bir fotonun aynı anda mümkün olan yolların hepsini denediğini kabul eder. Pekiyi, bu nasıl mümkün olacaktır? Madde parçacıklarının en temel özelliği, uzayda belirli bir yer kaplamalarıdır. Aynı anda mevcut yolların hepsini denemek için sayısız parçaya bölünmeleri ve yolları teker teker katetmeleri gerekmektedir.

Görüldüğü gibi, atomcu modelle modern açıklama arasında, parçacıkların katettiği yollar konusunda uzlaşmaz bir çelişki var. Mekanikçi-atomcu model, elektromanyetik kuvvetleri kısmen açıklamaktadır. Değiş tokuşu yapılan parçacıkların mevcut yolların hepsini deneyebilmesi için alternatif bir modele ihtiyaç var… Şimdi bu modeli tanıyalım.

Stoacı model

Bir şeyi açıklamak için iki temel yöntem kullanabiliriz. Birinci yöntem, incelenmek istenen nesneleri parçalara bölerek açıklamaktır ki, biz buna indirgemecilik diyoruz (atomculuğun yaptığı da budur). İkinci yöntem ise, nesneleri çevresiyle etkileşim içinde görmektir ki, biz buna bütünselcilik diyoruz. Bu da stoacı felsefenin yoludur.

Stoa’ya göre, tüm evren tek bir tözden, kuvvet uygulama yeteneğine sahip maddeden oluşur. Gerçek olan her şeyin bir bedeni vardır. Cisimler, maddesel nedenlerden dolayı birbiriyle etkileşir. İlkmadde (Heraklit’te olduğu gibi) ateştir; yoğunlaşarak öteki elementleri yaratmıştır (Anaximenes’te olduğu gibi). Ateş, evrenin varolmasıyla ve tanrıyla özdeştir ve aynı zamanda ilk sebep, ilk nefes, alemlerin usu ve yasası, kaderi ve tanrısal öngörüsüdür. Her şeyi yaratan, can ve ruh veren, hareket ettiren odur. Tıpkı ısının kor demire işlemesi, sıcak yaşamın vücudu sarması gibi, her şeyin içinde maddesel olarak akan; can, ruh, nefes, soluk vererek dünyayı ayrılmaz bir bütün haline getiren odur.

Bu bütünlük, cisimler arası uzayı tamamen saran hava (pnevma, Esir) vasıtasıyla sağlanır. Cisimlerden çıkan ateş, Esirin içinde akarak bir çeşit yaşam gerilimi (tonos) yaratır. Uzayın bir noktasında gerilimin değişmesi, tüm diğer noktalara yayılarak cisimler arasında sempati (çekim kuvveti) doğurur. Böylece maddenin normlara ve tanrısal yasalara göre hareket etmesi sağlanır.
Stoa’nın temel açıklamaları bunlar… Özetleyecek olursak: Stoa ateşi, yani maddeye şekil veren tanrısal gücü, evrenin ilk hali olarak tasvir ediyor. Çeşitli madde türlerini ve Esiri, bu ilkmaddenin yoğunlaşarak değişmesi olarak tarif ediyor. Evrenin bütünlüğünün ve birliğinin, Esirin içinde akma ve yaşam gerilimi yaratma özelliğine sahip ateş (tanrı) tarafından sağlandığını söylüyor…

Stoacı modelin dikkati çeken en önemli yanı, madde, can, ruh kavramlarını bir nefeste kullanması ve bunların, evrenin gelişimi sürecinde her zaman yan yana (iç içe) bulunduklarını varsayması. Oysa bilimsel bulgular bize, bunun tam tersinin doğru olduğunu söylüyor: Fizik madde, evrenin ilk evresinde candan ve ruhtan bağımsız olarak varolmuştur. Daha sonra canlılar, genetik bilgi taşıyan biyolojik sistemler olarak cansız maddenin içinden çıkmışlardır. Ve nihayet, canlıların beyninin gelişmesi sürecinde ruh dediğimiz özellik, aşamalı olarak evrimleşmiştir… Maddenin bütün bu evrelerini, stoacıların (veya atomcuların) yaptığı gibi tek bir modelle betimlemeye olanak yok. Maddenin somut hareketini göz önünde bulundurup buna uygun modeli (veya modelleri) geliştirmek gerekir (Aristoteles’in öngörüsü!).

Bu yüzden stoacı modeli, tüm maddeyi açıklayan bir şema olarak görmek mümkün değil. Bunun yerine, sadece elektromanyetik kuvvetleri betimlemeye yarayan bir kavram sistemi olarak görmek ve şöyle sormak mümkün: Acaba stoacı model, mıknatıs taşının kuvvetini açıklayabilir mi? Atomcu modelin eksik bıraktığı noktaları tamamlayabilir mi?.. Şimdi bu soruları yanıtlamaya çalışalım.

Stoacı modele göre, mıknatıs taşının kuvveti kendisini çepeçevre saran Esir vasıtası ile iletilir. Mıknatıs taşından çıkan ateş, Esirin içinde akarak her yönde gerilim yaratır. Böylece gerilimden gerilim doğar ve nihai etki, Esirin tamamını sarar; demir parçalarına ulaştığı zaman da, aynı anda her yönden etki ederek sempati (çekim kuvveti) doğurur.

1 - 2
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP