Epikür'ün Hayatı ve Felsefesi - 4

Dünya Görüşü

Epikür’ün felsefesi bir zevk felsefesidir. Bütün düşünceleri bu amaca hizmet eder ve düşüncelerinin bütün parçaları ve grupları hep bunda tam bir bü­tün halinde toplanır ve birleşir. Hattâ ilkçağda yapıldığı gibi sistemi bir genel Tabiat bilgisi (Fizik), bir bilgi teorisi (Kanonik) ve bir Özel Mutluluk bilgisi (Ethik) olarak üç büyük bölüme ayrılsa bile, bunlar her yerde birbirine girerler ve ayrı olarak manasız ve maksatsızdırlar. Verdiği bütün bilgiler ve bütün öğrettikleri çözülmez bir bütün olarak hep tek bir merkeze yönelmiştir: Üzerine tam ve mü­kemmel mutluluk durumunun kurulması gereken,
insanın Ben’i.

Eğer fekefenin ödevi hayatı istenmeye değer kılmaksa, o ha1de Epikür bu ödevi tam bir açıklık ve en büyük ciddilikle ele almıştır. Bütün canlı yaratıkların içgüdüleriyle kendilerine en uygun yaşama durumunu aradıkları, bunun için de hayatın nimetlerinin mümkün olabildiği kadar çoğundan faydalandıklarına göre felsefe veya Epikür’ün tercih ettiği terimle Fizyolojinin, yani Tabiatın gözlenmesi ve incelenmesinin sadece tek bir amacı olabilir, o da insanlara varlığın mümkin olabilen en büyük, en sakin ve en duru zevkini göstermek ve onun yolunu çizmektir. Bu zevk (hedone) hiç bir zaman kaba anlamında bir zevk, ya da şehvet değildir (Epikür, doktirlerine böyle yanlış anlamlar verilmesine şiddetle karşı koyar) aksine, beden alanında tamamiyle acısızlık ve ruh alanında da tam bir sükûndur. Bu, bize o kadar bol en güzel ve en temiz nimetleri sunabilen varlığın kendisinden zevk alıştır. Bu Epikür’ün kendi en sevdiği deyimiyle sadece hafif hafif kımıldayan ışıklı bir deniz sathına, durgun denize benzetilebilecek, hep aynı kalan mutlu-neşeli bir ruh durumudur. Tam Hellence olarak, tam sağlıkta bir bedenle ruhun heyecansızlığının birleşmesini en üstün hayat şekli olarak görür. Varlığın başı ve sonu olan bu da, her ferdin daima yeniden çözmesi gereken bir problemdir. Ama bunu nasıl çözebiliriz?

Epikürcü her zevke el atmaz, hele bayağı ve aşağılık olanlarına asla! Epikür kesin olarak der ki: Ziyafetler ve içki âlemlerinden, ya da rasgele sevgi zevklerinden, aramıya değer hakiki zevki elde edemeyiz. Zenginlik, şan ve nüfuza da hiç bir değer vermemek lâzımdır. Süregiden keskin mücadeleleri, insanı yıpratan huzursuzlukları ve önceden kestirilemiyen raslantılarıyla politikaya da epikürcü ancak çok büyük bir zorunluluk karşısında karışır.

Böyle sadece hiçten ibaret bir hayatın bize değerli gibi gösterdiği sahte zevklere ve yalancı servetlere ihtiyacımız yoktur; çünki tabiatımız basit nimetlerle de yetinir. Servet ve makam için sonsuz tasalar içinde yaşamaktansa mütevazı ihtiyaçlar içindeki o sakin mutluluğu kendimiz yaratmalıyız. Buda suçsuz bir vicdandan, düşüncede ve işte haktan ayrılmamaktan doğar ve —esirce hayata bağlanmadan—, her yeni günü bize mutluluk veren bir bağış olarak gösterir.

Şu halde biz zevkleri özenerek seçmeliyiz, onların değerlerini birbirinden ayırt etmesini bilmeliyiz ve onlar içinden kişiliğimizin özelliğine en uygunları ve en yarayanları arayıp bulmalıyız. Eğer acı­ların arkasında o nisbette büyük ve değerli zevkler bekleniyorsa bazan o acılara da cesaretle dayanmalıyız.

Epikürün felsefesi en son haddine kadar inceleş­tirilmiş bir Yaşama Sanatıdır. Üstad öğrencilerini ve buna gerekli yeterlikte olan bütün insanları buna götürmek arzusundadır. Ama bu Yaşama Sanatına giden doğru, tek yol ancak tabiatı bütüniyle tanımakla bulunabilir.

Bütüniyle tabiatı (Phisis) açıklıyabilmek için, sadece iki ilk sebep ya da prensipi ön şart olarak almamız yeter: Atomlar, ilkel parçacıklar (Atomoi, somata), ve boşluk, uzay (Kenon, khora). Bunlardan birinin ötekinden ayrılması mümkin değildir. Ta en başlangıçtan beri hareket halinde olan, sayıca sonsuz atomların hareket edebilmesi ve sayısız dünyaların yer bulabilmesi için sonsuz uzaya ihtiyaç vardır, bunsuz maddî atomun var olması düşünülemez. Atomların çeşitli ayrılıkları vardır; bunlar şekil ve ağırlık bakımlarından birbirlerinden ayrılırlar, fakat her grupta sonsuz sayıda atom vardır. Evrendeki bütün varlıkların çeşitlilikleri sadece atomlarındaki farklarla açıklanabilir. Onların önsüz sonsuz olarak hiç durmamacasına hareketleri de daima yeni atom bileşimlerinin meydana gelmesine sebebolur, bu da hiç arası kesilmiyen oluş ve yokoluşu açıklar.

Atomlarda hiç bir zaman durma yoktur. İnsan vücudunda da, dünyadaki her şey gibi atomlardan meydana gelen ruhumuzda da (Bedenin atomları kaba, ruhunkiler son derece incedir) daimi hareket ve ardı kesilmiyen değişme vardır. Bizden atomlar ayrı­lıp gider, yenileri gelir ve bizim varlığımıza alınırlar. Hayatı sürdürecek atom'arın kaybı, insandan olsun başka nesnelerde, hattâ bütün dünyalarda olsun, alınanlardan fazla olursa o zaman o cisimde harap olma başlar ve gittikçe artar. Böyle atomların bileşim ve örgüleri başka atom kümelerinin tesiriyle parçalanacak olursa bu cisim atomlarına ayrılır. O zaman canlı yaratıklar için öldü deriz. Ama atomların kendileri yok olmazlar, aksine, o zamanki bileşimlerinden ayrıldıktan sonra başka, yeni nesnelerin kuruluşunda kullanılırlar. îşte hayat ve ölüm böyle oluş ve yok oluş, önsüz sonsuz bir karşılıklı etki şeklinde sürüp gider.

Ruhumuz da atomlardan meydana geldiği için tıpkı bedenimiz gibi ölümümüzle kendini meydana getiren atomlara ayrışır. Bu sebeple organizmanın dağılmasından sonra ruhun yaşaması diye bir şey yoktur. Bu bilgiyi hiç korkmadan göz önünde bulundurmalıyız. ölümümüzden sonra bizden, dağılmış, uçuşarak birbirinden uzaklaşan ve yeniden baş­ka organizmaların kuruluşunda mateme o1acak atom1ardan başka bir şey kalmaz. Kişilik olarak, ölümden sonra bizden hiç bir şey kalamaz. Ama bununla bizim, ölümden sonra ruhumuzun mukadderatı hakkındaki bütün korkularımız ortadan kalkmış olur, çünki ruh ölümden sonra ne mükâfat gö­rebilir, ne de cezalandırılabilir. Bir «Öteki dünya» yoktur.

Epikür’ün kendisinin de haklı olarak gurur duyduğu büyük düşüncesi, değişmez ve önce belki korkunç gelen bu gerekirlikten harekete geçerek cesaretle Zevk Felsefesine gidişidir. Çünki, ancak tek bir defa doğduğumuza, ölünce de artık bütün ebediyet boyunca bir daha var olmayacağımıza göre, bu bir defalık hayatın kendisi karşımıza muazzam bir gaye olarak çıkmaktadır. Onun hakkından gelmek için, yani en üstün mutluluğa ve zevke erişebilmek için, bizde saklı olan, bizzat tabiatın bize vermiş olduğu bütün kuvvetleri, hepsinden fazla ruhumuzunkileri seferber etmemiz gerektir. Ölüm artık korkunç değildir; bizim için bir hiçtir. Çünki elemanlarına ayrışmış bir şeyin duyarlığı olamaz; artık duyarlığı olmıyan bir şeyin de bizimle ilgisi yoktur. Ölüm, tatlı olsun, acı olsun, sevinçli olsun ıstıraplı olsun bütün duyguların ortadan kalkması demektir. Eğer biz varsak ölüm orada yoktur, eğer ölüm orada ise, o zaman artık biz yokuz.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Epikür'ün Hayatı ve Felsefesi - 5

Epikür işte böyle, daima yeni ve keskin yargı­larla, ölümün insanlar üzerindeki kudretini onun elinden almıştır. Bununla sıkı sıkıya ilgili olarak da, başka, hatalı olarak tasarımlanan ikinci bir korku kaynağı ile de savaşır: Bizi sağken de, öldükten sonra da tehdit edebilen tanrılardan, onların hiddetlerinden ve cezalarından korkma! İnsanların bütün iş­lerinde mutluluklarına zehir katan, onların ruh sü­kûnunu boyuna bozan ve yok eden bu korku da tamamiyle sebepsizdir.

Epikür tanrıların varlığını hiç bir zaman inkâr etmemiştir. Rüyalarda görülen tabiat-üstü güzellik ve kuvvetteki, uynakken gözümüzün asla görmemiş olduğu varlıklardan tanrıların var olduklarına intikal eder. Ama bir tanrının özelliği olarak ölümsüzlükten başka, asla bulanmıyan bir mutluluğu gördü­ğü için, heyecan tanımıyan, şu halde sevgi ve kinden de uzak olan tanrıların biz insanların hayatı üzerinde asla tesirleri olmıyacağı inancına varmıştır. Onlar ne kimseyi mükâfatlandırırlar ne de cezalandı­rırlar; bize aldırış bile etmezler; kozmik oluş ve yok oluşlarla da alış verişleri yoktur. Onlar tam ihtirassızlık ve değişmezlik içinde, kosmoslar arasındaki uzayda, «Meta-kosmos»larda yaşarlar. Şu halde Epikür onları nezaketle insan hayatından uzaklaştırmış ve böylelikle de bütün korkunçluklarından sıyırmıştır. İşte üstadın isteği de buydu; böylelikle ikinci korkuyu, papazların tanrının gazabiyle tehditlerini de insanların hayatından söküp atmış oluyordu.

Böylece Epikür, doktrinlerini tam ve açık bir şekilde kavramış ve ona uymuş olan insanlara, mutluluğa erişmek için tamamiyle kendi başlarına yol tutma imkânını vermiş oluyordu. Epikürcü tamamiyle akılla ve doğrulukla, bu sayede de mutluluk içinde yaşıyacaktır. Çünki doğruluk, yüksek duygululuk ve akıllılıkla yaşanmazsa mutlu olarak yaşamak mümkün değildir; ama bunun karşılığı olarak doğruluk, yüksek duygululuk ve akıllılıkla yaşamak da eğer mutlu yaşanmazsa mümkün değildir. Tabiatın çizdiği yolda aklın idare ettiği bir hayat aynı zaman da mutlu bir hayattır. Bu, sakin bir inziva hayatı olacaktır (Lathe biosas): Taşkın bir gözü doymazlık ve mevki düşkünlüğü, başkalarının menfaatlerine dokunma, kanunu herhangi bir şekilde zedeleme olmıyan, ihtirastan uzak bir hayat! Çünkü kanunlar, bilgelere göre, kendisinin haksızlık etmemesi için değil, aksine, başkalarından haksızlık görmemesi için vardır.

Böylece Epikürcü hayatını ve mutluluğunu, üstadının derslerine göre her gün yeniden kurar. Bu sırada hiç bir şeyi raslantıya bırakmaz, çünkü onun için değişmez bir «Alın yazısı» yoktur. Gelecek doğ­rudan doğruya kendi elimizdedir, çünkü ona aklı­mızla şekil verebiliriz; öte yandan tamamiyle de elimizde değildir, çünki ne kadar kaçınmak istersek istiyelim ve ne kadar kaçınırsak kaçınalım hatalar yapabiliriz.

Bütün bu vasıtalarla kendi kendine yeterlik durumuna erişmiş oluruz ki Epikür buna büyük bir önem verir. Bu, Cinique’lerde olduğu gibi, istiyerek yoksulluklara katlanmak, kendi seçtiği zahmetlere tahammül değildir ,aksine, daima ruhumuza neşe sağlıyan ve bizim kişiliğimizi soylulaştıran ve yücelten içimiz ve dışımızdaki nimetlerle birleşme sayesinde kişiliğimizin pozitif bir özgürleşmesi ve mükemmelleşmesidir. Kim Epikür’ün yolunu böyle takibeder ve bunu tamamiyle benimserse, üstadın dediğine göre, insalnar arasında bir tanrı gibi yaşar; çünkü Ölümsüz nimetler içinde yaşıyan biri, artık, ölümlü bir insana hiç bir bakımdan benzemez.

Burada bir bütün halinde düşünülmüş ve kesin şeklini almış olarak gördüğümüz bu dünya görüşü Antroposantrik bir dünya görüşüdür. Ama Epikürcü kendisini asla öteki insanlardan tamamiyle ayırmaz; kendisi gibi düşünenleri yanma toplamıya ve candan kendisine bağlamıya çalışır. Onlarla, asil, yüksek ruhlu bir topluluk içinde mutluluğunu yüceltmiye uğraşır. Bu sebeple, Epikür’ün ve her yanda kurduğu, mektuplariyle, ziyaretleriyle daima bağlantılı bulunduğu cemaatlerinin çevrelerinde dostluğa daima büyük bir değer verilmiştir. Dostluk Epikürcü için yüksek, cok değerli bir nimettir. Üstadın dediğine göre «Dostluk bütün dünyayı dolanır ve hepimizi olanca sesiyle, mutlu olmak için uzanmıya çağı­rır.» Epikürcü bir egoist olmaktan çok uzaktır dostlarına, bazan bunu yapmakla beraber, onlardan birşey istemek için değil, zengin, merhametli kalbinden onlara vermek için yakınlık gösterir. Epikür de böyle idi, onun için öğrencileri ve dostları onu bir tanrı gibi sayarlardı; o da doktrininin ruhunu tamamiyle kavramış olan bir öğrencisine sevinç ve şükranla bağ­lanırdı.

Epikürün Tesirlerinin Devamı

Buraya kadar söylenenlerden, değerli bir insan tipinin hayat tarzını çizmiş olan Epikür felsefesinin, üstadın ölümünden sonra da yüzyıllar boyunca ta zamanımıza kadar, neden o kadar hayran tarafdarlar bulmuş olduğu kolayca anlaşılır. Her yandan kadınlar ve erkekler üstadın yanına koşup gelirlerdi ve Atinadaki okulu, «Bahçe», ta Roma İmparatorluk zamanına kadar arası kesilmeden sürdü. Epikürün doktrininin tarafdarları yalnız Hellenler değildi, sonraları aynı derecede kalabalık ve aynı derecede samimi olarak önemli Romalılar da bunlar arasına girmişti. İ.Ö. birinci yüzyılda, Roma Cumhuriyeti devrinin sonlarında, Sezar ve Cicero zamanında bu hareket bilhassa kuvvetli idi. Roma şairleri arasında en büyük deha, ve Epikür’ün dünya görüşünün en baş­ta gelen yayıcısı olan Lucretius Carus altı kitap olarak ve heksametre vezninde yazdığı «De rerum natura» şiiri ile kendi devrinde ve sonradan bütün Batı Dünyasında Epikür felsefesinin yayılmasına büyük yardım etti, Catullus’un çevresindekiler gibi zamanının şairleri, Lucretius’un ölümünden sonra Cicero tarafından yayınlanan bu şiiri herhalde okumuşlardı ve kendi hayat anlayışlarına uyduğu için tamamiyle benimsemişlerdi. Cicero’nun en yakın dostu ve onun eserlerinin de —her halde Lucretius’un şiirinin de— , naşiri olan T, Pomponius Atticus Epikürcü idi. Cicero da, kendisi Platon’un Akademisinin bir mensubu olmakla beraber, Hellen Epikürcüleriyle samimi münasebette idi. Epikürcülük, bundan sonra özellikle Lucretius’un şiiri sayesinde genç kuşağın yeni yetişen iki şairine, Vergil ve Horaz’a etki yaptı; her ikisi de Epikürcü görüşünde örnekler vermişlerdir. Ancak sonradan, Augostus’un İmparatorlukta yaptığı reformların etkisi altında bundan ayrılmışlardır. Bununla beraber o sıralarda, Napoli çevresinde Epikürcü Hellenlerden bir mahfel bulunmaktaydı ve yukarıda adı geçenlerden başka bazı aydın Romalılar da buna dahildiler. îşte orada, Vesuv’ün Î.S. 79 yılındaki patlamasında lavlar altında kalan Herkulanum’da yapılan kazıda aralarında üstadın kendi eserleri bulunan bütün bir Epikürcü eserler kitaplığı meydana çıkarıldı.

Muhakkak ki îsadan sonra ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Hellen Doğuda da, Romalı Batıda da Epikürcülüğe bağlı insanların sayıları az değildi. Bunu gösteren iki örnekten biri, önceden söylemiş olduğumuz Oinanda’lı Diogenes, Öteki de filozofların biyografilerine dair olan eserinin onuncu kitabını baştan sona kadar Epikür’e ayıran ve tercümelerini vereceğimiz birkaç kısa yazısını da olduğu gibi alan Diogenes Laertios’tur.

Yunanca Batı Dünyasında yavaş yavaş unutulmaya başlayınca, Epikür felsefesini uyanık tutan Lucretius’un şiiri oldu. Bu eser Karolenjiyenler devrinde, 9. yüzyılda sık sık kopya edildi ve yazmalara alındı, bunlar hâlâ elimizdedir. Rönesansta da bu şiir tanındı ve onu yeniden bulan Paggio’nun himmetiyle 15. yüzyılın ilk yarısında yeni kopyaları her yana yayıldı.

Epikür incelemeleri, Pariste College Royal’de felsefe profesörü Pierre Gassendi’nin 1647-1655 de yayınladığı eserle- yeni bir hız kazandı. Gassendi bu eserinde Diogenes Laertios’un X. kitabına dayanarak Epikür felsefesini açıklıyor ve onun Atomcu gö­rüşünü Descartes’in Akılcılığına karşı savunuyordu. Denebilir ki Epikür, özellikle bu aydınlar tartışması yüzünden daha sonraki devirde yeniden ün kazanmış ve tanınmıştır. Lucretius’un şiiri Fransızcaya çevrildiği için atomcu evren izahı «Uyanma Çağı­nın» fikir istikametlerine etki yapmış ve Özellikle modern Tabiat bilimlerine çalışma yolu açmıştır. Atomcu görüşü Büyük Friedrich de bu yoldan benimsemişti.

Goethe sadece arkadaşı von Knebel’in Lucretius tercümesiyle ilgilenmekle kalmamış, kendisi de Lucretius hakkında bir kitap yazmak istemiştir bundan taslaklar kalmıştır.

Bütün 19. yüzyıl boyunca bu Dünya izahı çok yaygındı. Bu da güvenilir tabiat araştırmalarının ve ilmi metodun ampirizminin bütün alanlara, teknik ve maddeciliğin insan hayatının her tarafına damgasını vurduğu bir devir için tabiî görülmelidir. Epikürün yazılarının her dilde birçok tercümeleri vardır ve bunlara boyuna yenileri eklenmektedir. Modern atomculuğun büyük gelişmeler kaydetmesine, Epikür’ün tasarımından bambaşka açıklamalara kavuşmasına rağmen Epikür’ün bu alandaki başarısı boşuna olmamıştır. Epikür’ün zevk felsefesi bugünün insanları için de bir teşvik, mutluluk ve te selli kaynağı olabilir.


KAYNAK

Epikür - Mektuplar ve Maksimler (1963) adlı kitaptan Hayrullah Örs çevirisiyle

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 1

Hüseyin Gazi Topdemir

Her hangi bir konunun tanımlanması, genellikle o konunun anlaşılmasında gerekli olan temel kavram ve düşüncelerin belirlenmesini gerekli kılar. Bu anlamda bakıldığında "Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe" gibi bir belirlemede benzer şekilde bir kavramsal çerçevenin oluşturulmasını ve bu çerçeveye bağlı olarak bilgi yığınının ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

Bu bakışla yaklaştığımızda, bilimin daha çok "sağlam ve güvenilir" bir bilgi olarak tanımlandığım görmekteyiz. Burada dikkatimizi çekmesi gereken kavram bilgidir. Çünkü burada bilimin bir bilgi olduğu vurgulanmaktadır. Öyleyse, "bilgi" bütün kültür öğeleri içerisinde konumu itibariyle en genel kavramsal yapıdır. Öyle ki, bilim, felsefe, sanat ve hatta din bu kavramsal yapının altında yer alırlar. Bu bakımdan bunların tümü birer bilgi alanıdır. Bu alanların her biri kendine özgü bir "bilgi yığını" olduğuna göre, bilginin genel ve kapsamlı bir tanımına da gereksinim olacaktır. Bilgi kabul edilen tanımlamalar içerisinde en yaygın olan anlatımıyla "bir şeyin bir şey olarak kavranması" şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak "bir şey" ve bir de "kavranma" sözcükleri olduğuna göre, öyleyse bir "kavrayan" ve bir de "kavranan" ya da "bilen" ve "bilinen" olacaktır. O zaman tanım böyle bir belirlemeyi gerektirdiğine göre, bilgi genellikle bir "şeyin" bilgisi olmak durumundadır. Bu anlamda olgu temel birinci adımı oluşturmaktadır. Bu olgu üzerine felsefe, sanat ve bilim yapılır. Entelektüel kültürün bütün bu öğeleri aslında bir "anlama" ve "açıklama" görevini yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu anlamda aralarında bir farklılık söz konusu değildir. Ancak, anlama ve açıklama aşaması bir sonuç içerir. Bu öğeler arasındaki farklılık da zaten burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü sonuç bir bilgi ortaya koymaktadır ve bu bilginin kaynağı, değeri ve elde ediliş yöntemi, bu alanlar arasındaki farklılığı belirlemekte ve sınırlarını çizmektedir. Özellikle "yöntem" burada daha ön plana çıkmaktadır. Bunun nedeni de bilginin sağlamlığına ve güvenilirliğine verilen büyük önemdir. Özellikle bu nitelikleri bakımmdan bilim, tarihsel süreçte kendisini ön plana çıkarmış ve haklı bir unvan elde etmiştir. Öyleyse bilim nedir?

Toplumların başlangıcından bu yana, en ilkel uygarlığın bile, İnsan, Doğa ve Evren üzerine bir söylem ortaya koyduğunu ve doğaya yönelik eylemlerini belirleyen bir bilgi yığını yarattığını, dolayısıyla bilme ve anlama kaygısının daha ilk başta ortaya çıktığını ve bu bilgilerin "düşünüş biçimi" bakımından zamansal olarak bir farklılık taşımadığını görmekteyiz. Çünkü mitoloji bile dünyayı açıklamaya yönelik bir girişim olarak doğmuştur. Benzer şekilde büyü de doğal ve doğaüstü güçleri egemenlik altına alma kaygısı taşıması bakımından adeta tekniğin öncüsü gibidir.

Ancak yine de bu durum bilimin insanlığın ilk ortaya çıkmasıyla birlikte kendini gösterdiği ve bilimsel etkinliğin insan doğasının bir niteliği olduğu ve zaten bilim hep vardı anlamına gelmez. Çünkü her bilgi sisteminin bilimsel olması zorunluluğu olmadığı gibi, bilimsel olma hedef ve amacı gütmeyen bilgi sistemleri de vardır. Bu anlamda bilim karşımıza belirli niteliğe sahip bir bilgi olarak çıkmakta ve bu ayrıcalığını da bilgiyi ortaya koyarken dayandığı temel ilke, teknik ve izlediği yöntemden almaktadır.

Gerçekte "bilimin doğası/niteliği", yüzyıllarca bilim adamları, filozoflar, tarihçiler ve diğer ilgili gruplar tarafından yönlendirilen güçlü bir tartışma konusu olmuştur. Genel bir konsensüs ortaya çıkmamışsa da, farklı bilim kavramları güçlü destekçiler bulmuştur. Farklı görüşlerden birisine göre bilim "kendi çevresi üzerinde kontrol kazanan insanların davranış kalıbı"dır. Bu nedenle bilim geleneksel beceri uğraşları ve teknoloji ile ilgilidir; ve tarih öncesi insan, örneğin, metalleri nasıl işleyeceğini ya da tarımda nasıl başarılı olacağını öğrendiğinde, bilimin büyümesine katkıda bulunacak duruma da gelmiştir. Alternatif bir fikir ise, bilimi kuramsal bir bilgi kütlesi, teknolojiyi ise kuramsal bilginin kılgısal problemlerin çözümüne uygulammı olarak görerek, bilim ve teknoloji arasında ayrım yapar. Bu görüşte, örneğin, otomobil dizayn ve yapım teknolojisi, kuramsal mekanik ve aerodinamikten ve diğer yardımcı kuramsal disiplinlerden farklıdır; yalnızca kuramsal disiplinler "bilim" olarak sayılır.

İkinci yaklaşımı benimseyenler, bilimi kuramsal bir bilgi olarak görürken, genellikle bütün kuramların (içeriği veya karakteri ne olursa olsun) bilimsel olduğunu kabul etmek istemezler. Bu durumda belirli tür kuramları dışlamak gerekmiştir. Dolayısıyla da bir kuramın bilimsel olduğuna, diğerinin bilimsel olmadığına karar vermeyi sağlayacak bir "ölçüt"e gereksinim olmuştur. Bu yüzden bilimi kendi anlatımının formuyla -evrensel, kanun türünde anlatımlar, matematiksel olarak ifade edilmiş olmak gibi-, tanımlamak çok popüler hale gelmiştir. Ancak bu, zaman içerisinde oldukça sınırlayıcı bir ölçüt olarak görülmüş ve onun yerine bilimi kendi metodolojisiyle tanımlamanın daha uygun olacağı sonucuna varılmıştır. Günümüzde özellikle bilimin doğası ve yapısı üzerine yapılan çalışmalar bu yaklaşıma dayanırken, tarihin değişik dönemlerinde de bilime ve bilimsel bilgiye ilgi duyan bilim ve düşün adamları da, çıkmıştır: Aristoteles (M.Ö. 384-322), Roger Bacon (1214-1292), Francis Bacon (1565-1626), Rene Descartes (1596-1650), David Hume, (1711-1776) Immanuel Kant (1724 -1804) ve John Stuart Mili (1806-1873) bu alanda çalışanların önemlilerinden bazısıdır. 19. yüzyıldan itibaren ise bu bireysel çalışmalar aynı zamanda ekol düzeyindeki çalışmalara kaynaklık etmiştir. Bu durum özellikle August Comte (1798-1857)'un pozitivizm üzerine yaptığı ayrıntılı çalışmalarla ivme kazanmış ve "Viyana Çevresi"yle çağdaş formuna ulaşmıştır.

Bütün bu tartışmalar mutlak bir uzlaşmaya varılmasını sağlamamış olsa da, bilimin doğası hakkındaki bilgi birikiminin artmasın yol açmıştır. Bu birikimin özellikle 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaştığını görmekteyiz. Bunun nedeni bu dönemin özelliğinde yatmaktadır. Nedir bu dönemin özelliği?

Aslında bilimi anlama çabalarının yoğun olarak ortaya çıkışı, Modern Çağ ile başlar. Ancak bu süreçte özellikle Rönesans'ın ve ona bağlı olarak ortaya çı­kan Aydınlanmanın özel bir önemi vardır. Çünkü Rönesans Ortaçağ yaşamında büyük değişimlerin oluştuğu ve evrensel Ortaçağ devletinin ulus devletlere bölünmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde orta sınıfın gelişen girişimciliği sonucu ekonomide yeni gelişmeler ortaya çıkmış, böylece kilisenin maddi gücü sarsılmış ve derebeyliğin dayanakları ortadan kalkmıştır. Bu yeni durum şehirli orta sınıfın alışkanlıklarını da değişime uğratmış ve başta eğitim olmak üzere artık kiliseden kopuk davranma ön plana çıkmaya başlamıştır.  Bu değişim felsefe ve bilimde de yerini bulmuştur. Geleneğe ve onun getirdiği değer ve anlayışa baş kaldırmak düşüncesi yaygınlaşmış ve sonuçta birliğe ve bü­tünselliğe dayanan Ortaçağ anlayışının yerine artık doğruya varmak için birden çok yolun olduğu kabul edilmeye başlanmıştır. Ancak ortaya çıkan bu pek çok çığırın birleştiği bir ortak nokta bulunuyordu: Skolastiği reddetme. Böylece, gerçekleştirilen Aristoteles ve onun yoğunlaşmış büyük otoritesinin kırılmasına yönelik çalışmalar bu çağın en büyük başarısı olmuştur.

Böylece Batı Dünyası, Rönesans düşüncesiyle, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda, özellikle de bilim ve felsefe alanında, tarihinin hemen hiçbir döneminde rastlanmayan büyük bir atılımı gerçekleştirmiştir. Ortaya çıkmış olan bu temel atılım, bir yandan doğaya ilişkin yeni ve güvenilir bilgiler üretmeyi sağlarken, diğer taraftan matbaanın yaşama geçirilmesiyle birlikte de, bu bilgilerin, doğru ve hızlı bir biçimde geniş halk kitlelerine ulaştırılması olanaklı hale gelmiştir. Bu dönemde aynı zamanda, Colombos'un yeni bir kıta bulmasıyla birlikte büyük keşif yolculuklarına aşın merak duyulmaya başlanmış, bunun sonucunda edinilen coğrafi bilgilerle de dünyanın o dönemdeki çehresi bir hayli değişmiştir. Ayrıca teleskopun bulunması da hem gemicilikte hem de bilimde büyük bir olgu bilgisi birikimi sağlamıştır ve dünya hızla bir "bilgi çağına" doğru gitmeye başlamıştır. Böylece Batı kültür dünyasında önemli ve çı­ğır açıcı gelişmeler kaydedilebilmiştir. Bunun sonucunda yeni bir döneme girmiş olan Batı düşüncesi, kısa sürede bilim ve felsefe gibi üst entelektüel alanlarda dev adımlar atmayı başarmış ve sonuçta 18. yüzyıl bilimsel devrimini gerçekleştirmiştir.

Bilgi çağma doğru bu hızlı gidiş, ister istemez, bilimsel bilginin elde edilme sürecine duyulan ilgiyi de artırmıştır. Artan bu ilgi sonucu bilimsel yöntem konusu çok sık tartışılmaya başlamış ve bilimsel bilginin nitelikleri üzerinde ciddi değerlendirilmelere gidilmiştir. Çünkü Kopernik (1473-1543), Kepler (1571-1630) ve Galileo'nun (1564-1642) doğa olaylarına dayanan araştırmaları sonucunda elde ettikleri keşiflerle Aristotelesçi felsefenin yanlışları aşılmıştı. Ancak, geriye ana çizgileriyle ve genel ilkeleriyle Aristoteles'in niçin ve nasıl yanlışa düştüğünü göstermek, yönteminin kendine özgü zayıflığını ortaya koymak, ve onun yerine daha iyi ve daha güçlü bir yöntem getirmek kalmıştı. Bu önemli işi gerçekleştiren ise Francis Bacon (1565-1626) olmuştur. Çünkü Aristotelesçi yöntem ilk kez bu denli ayrıntılı ve yıkıcı eleştriyle karşı karşıya bırakılmıştır. Elbetteki Bacon'ın böyle bir çalışmaya girmesinin altında yatan özel nedenler vardır. Her şeyden önce Bacon'ın amacı doğaya ilişkin doğru ve güvenilir bilgiler elde etmektir. Ona göre bilimde ilerleme olmalı ve kesin bilgiye ulaşılabilmelidir. Bu insanlığın kurtuluşu için önemlidir. Çünkü bilimle insanlığa yararlı bir çok yeni buluş sağlamak olanaklıdır. Bu bağlamda konuyu değerlendirdiğimizde, Bacon'a göre bilimin, bilim için değerli olmadığını, aksine bilimin insanlara yararlı olduğu ölçüde önemli olduğu düşüncesinin ön planda yer aldığım görmekteyiz. Bunu anlamak aslında zor değildir. Çünkü o dönemde büyük insan kitleleri çok kötü koşullarda yaşamaktadırlar. Bundan dolayı sihir, büyü ve astrolojiden yardım bekliyorlar. Oysa Bacon'a göre onların bu koşullarda kurtulmaları ancak doğaya egemen olmalarıyla olanaklıdır. Doğa bir takım doğaüstü marifetlerle, sihir ve büyüyle egemenlik altına alınamaz. Ancak onun kanunlarını bilmekle kontrol altına alabiliriz. Çünkü "bilgi güç demektir".

Böylece modern bilimin yapılanmasının temelini hazırlayan çabaların yoğunlaştığı bir döneme dönüşmüş olan Aydınlanmayla, Kopernik (1473-1543) ile başlayan yeni dönem Kepler (1571-1630), Galileo ve "Newton (1642-1727) ile dönemin gerçek anlayışını yansıtan bir olgunluğa ulaşmıştır. Buna bağlı olarak, matematikte, astronomide ve fizikte bilinen ve egemen olan kuramların yerine yeni kuramlar önerilebilmiş ve etkin olmasını sağlayacak adımların atılabilmesi sağlanmıştır. Bu adımın atılmasında özellikle klasik dönem yapıtlarına başvuran çalışmaların yoğunlaşması da etkili olmuştur. Özellikle Galileo'nun matematiksel fizik çalışmasını ön plana çıkarmasında bu etki açık olarak gö­rülmektedir.

1-2-3-4

Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 2

Doğa bilimlerinde ortaya çıkan bu büyük atılıma bağlı olarak, geleneksel anlamda etkinliğini sürdüren matematik, fizik ve astronominin yamnda, bu dönemden itibaren tarik, biyoloji, psikoloji, sosyoloji, matematiksel mantık, mekaniksel biyoloji kısaca davranışsal ve sosyal bilimler gibi gittikçe farklılaşan ve çeşitlenen çok sayıda bilim dalı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların hiç­ biri diğerine benzememekte, ancak hepsi de bilim diye adlandırılmaktadır. O zaman bütün bilimleri kapsayacak bir bilim tanımının yapılması gerekecektir. Ya da niçin birbirinden çok farklı olmasına rağmen bu uğraşlara bilim denildiğinin ele alınıp incelenmesine gereksinim vardır. Çünkü bilim bir bilgi türü­dür. Ancak diğer bilgi türlerinden kendisini ayıran özelliklere sahiptir. Bu özellik daha işin çok başında tanım aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Genel ve yaygın bir kanı açısından ele alınırsa bilim "sağlam ve güvenilir" bir bilgidir. Böyle bir tanım kabul edilecek olsa bile, o zaman da bu sağlam ve güvenilirliği sağlayanın ne olduğu veya böyle bir niteliğin garantisini neyin verdiğinin de apaçık olarak ortaya konulması gerekir. Bu anlamda bilimi kendisine konu edinen, onun yapısını, doğasını, kavramlarının gerçeklikle ilişkisini, yöntemini ve kuramlarının niteliğini araştıran, dolayısıyla da bilimi felsefî açıdan anlamaya çalışan bir ilgi alanına bu dönemde her şeyden daha çok gereksinim olmuştur.

Bilimi anlama çabasını besleyen diğer bir neden de, bilime yaklaşık ikiyüz yıl boyunca duyulan güven ve bağlanmanın,' 18. yüzyılda doruğa çıkması ve ar dından da çok büyük bir krize dönüşmesidir. Çünkü 19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarına doğru fizik ve matematikte oluşan devrimci gelişmelere bağlı olarak Newton'ün fizik kuramı çökmüş ve yenisiyle yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Yüzyılımızın başlarında Einstein'ın (1879-1955) varolan geometri sistemlerini ve fizik kanunlarım, zaman ve mekan arasında yeni kurulan bağıntı­lar bakımından ele alan görelilik kuramı ve bundan kısa bir süre önce geliştirilmiş olan kuantum fiziği Eukleides ve Newton sistemlerini ağır problemlerle karşı karşıya koyunca, hem bilim adamlarını hem de filozofları bilim üzerinde daha ayrıntılı düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmiştir.

Böylece yoğunlaşan bilimi anlama çabaları, bu dönemde biri tarihsel ve diğeri de felsefî yönden olmak üzere iki boyutta gelişmeye başlamıştır. Bilimi tarihsel süreç içerisinde onaya konulmuş ürünlerini inceleyerek anlama çabası bilim tarihinin, bilimsel etkinliği yapısı, yöntemi ve kavramları açısından ele alıp değerlendirme ise bilim felsefesinin doğuşuna yol açmıştır.

Bu iki etkinlikten bilim tarihini bir akademik disiplin haline getiren George Sarton'dır (1884-1956). Bilim tarihini insanlığın manevi tarihinin en önemli bö­lümlerinden biri olarak değerlendiren Sarton, bilim tarihinin bilginin birikmesi ve gelişmesi bakımından diğer entelektüel etkinliklerden farklılık taşıdığını ve eğer insanlığın ilerlemesi açıklanacaksa, bilim tarihinin bu konuda en yararlı araç olacağını belirtmektedir.

Bu anlamda Bilim Tarihi, kültürün, özellikle de entelektüel kültürün en temel bileşenidir ve başta bilimsel düşünüş olmak üzere, insanın bütün zihinsel etkinliklerinin tarihsel serüvenini içermesi bakımından ayrıcalıklı bir önem ta şımaktadır. Bu bakımdan bilimsel, kültürel ve siyasi boyutlar içermektedir. Çünkü bir ulusun kendi tarihinin görkemini görmek ve göstermek için baş vuracağı en iyi alanlardan birisi bilim tarihidir. Bu bakımdan uluslar hem genel hem de kendi bilim tarihlerini ve dolayısıyla da tarihte yakalamış oldukları başarıları gün ışığına çıkarabilmek için bu alanda önemli ve köklü çalışmalar yapmak zorundadırlar.

Bu yüzden bilim tarihi çok geniş bir bilgi alanını kapsar. İlgi alanı geçmiş­tedir ve bu nedenle yönelimi de tarihsel olmak durumundadır. Diğer taraftan bir bütün olarak geçmişin bilinmesinin hem bugün ve hem de geleceğin anlaşılmasında önemli rolü olduğundan, insanlar çok sık olarak geçmişe, yani tarihe yönelirler. Ancak tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlanmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli ya da önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla da, bilim tarihi çok önemli bir boşluğu doldurmakta ve bilimsel etkinliğin doğasının anlaşılması ve etkin konuma getirilmesi bakımından rol oynamaktadır. Bilim tarihinin bu önemli işlevinin anlaşılması ise ancak onun başlı başına bir konu olarak ele alınması ve işlenmesine bağlıdır. Yakın zamanlara kadar genellikle felsefe, tarih ya da bilim gibi bir konu içerisinde ele alındığı için bilim tarihine ilişkin açık ve bağımsız bir düşüncenin oluşması kolay olmamıştır. Şimdilerde geleneksel yapılanmanın yanı sıra çoğunlukla bağımsız bilim tarihi bölümlerinin kurulması bilim tarihi hakkmdaki düşüncelerin daha rahat anlaşılmasını sağlamıştır.

Felsefe, tarih ve bilim gibi diğer disiplinlerle, ilişkili olması, bilim tarihini disiplinler arası bir çalışma haline getirmekte, buna bağlı olarak diğerlerinden farklı ve bu anlamda zorlu bir disiplin yapmaktadır. Bu yönünün bulunması da konunun yeterince yaygınlaşıp, gelişmesini engelleyen bir etmen olmaktadır. Buna bir de bilim tarihi metinlerinin yazılmış olduğu Latince, Yunanca, Arapça, Farsça ve Osmanlıca gibi bir klasik dilin öğrenilmesinin zorluğu da eklendiğinde, bilim tarihi araştırmalarının güçlüğü daha da net olarak ortaya çıkmaktadır.

Ancak her şeye karşın bilim tarihi insanın entelektüel etkinliğinin bir serü­venidir ve gelinen son noktanın ne olduğunun anlaşılması için, tarihsel sürecin tam olarak anlaşılmasına gereksinim vardır. Bu yapılmaz ise tarihteki her parlak başarı ya da bir dönemde ortaya çıkan büyük atılımı doğru olarak anlamlandırmak olanaklı olmaz. Bu durumda, Newton ya da Einstein birer "mucize" olarak nitelendirilebilirler. Benzer şekilde başlangıçta "mucize" olarak nitelenmiş olan Antik Yunan'da sergilenen bilimsel başarı da ancak, Mısır, Mezopotamya, Babil, Hint ve Çin'in sergilediği başarıların gün ışığına çıkarılmasıyla anlaşılmış ve anlamlı hale gelmiştir. Ancak, bu bağlamda bilim tarihini modern kuramların ön bilgisinin geçmişin soluk gölgelerinde aranması olarak da görmemek gerekir. Çünkü böyle bir durumda Einstein'ı eski Mısır'da, Kant'ı Mezopotamya'da ortaya çıkarmak yanlışına düşülebilir. Oysa ki, her çağ kendi içinde değerlidir. Bu anlamda yine bilim tarihi gerçek bir yol gösterici olabilir. Benzer şekilde bilim tarihçisi örneğin, Ptolemaios'un (M.S. 150'lerde yaşamış) gezegen hareketlerine ilişkin açıklamalarını Newton'ın gök mekaniği açısından düzeltmekle de görevli değildir. O yalnızca her kuramı kendi dönemi ve koşulları içerisinde değerlendirmekle yükümlüdür.

Diğer taraftan, bilim tarihi geçmişte ortaya konulmuş olan ve bugünün dü­şünce, kavrayış ve bakış açısıyla değerlendirildiğinde "aptalcaymış" gibi gelen açıklamaların doğru bir bakışla anlamlandırılmasında da tek çaredir. Çünkü eğer geçmiş kuramlar birer "boş inanç" ve "aptalca" açıklamalar olarak görülecekse, o zaman bugün bizim savunduğumuz görüşler de gelecekte aynı biçimde değerlendirilebilecektir. Bu ise insanlığın uzun soluklu deneyimlerinin ve kazanmalarının acımasızca değerlendirilmesinden başka bir şey değildir. Aslında buradaki temel zorluk bilimsel etkinliğin sonu olmayan bir bina gibi olmasıdır. Her katta biraz daha yükselirsiniz, ancak bina asla tamamlanmaz. Her aşamada doğa daha ayrıntılı kavranır, ancak oluşturulan her kuramı daha yetkin hale getirmek olasıdır. Bilim tarihi perspektifi içerisinde bilgi ve bilimin gelişmesini incelediğimizde de bu durumu açıkça görmemiz olanaklı olacaktır.

Bilimsel bilginin gelişmesini açıklamaya yönelik anlatımların tarihine yö­neldiğimizde, genellikle bilimsel bilgi için bazı nitelemeler yüklendiğini görmekteyiz Örneğin bilimsel bilgi insanlığın üzerinde birleştiği bir bilgidir gibi. Böyle bir bilgi doğal olarak, insanlar arasında din, dil, milliyet ve ırk ayrımı söz konusu olmaksızın geçerli bilgi olacaktır. Bu özelliği taşıyabilmesi için de bir tür tartışmazlık statüsünü kazanmış olması gerekir. Bu nedenle bilimsel bilgi doğmakta olan bilgiden çok, belirli ölçülerde klasikleşmiş bir bilgidir. Bilimsel bilginin tarihsel gelişimini izlediğimizde bu durumu açıkça görebilmekteyiz. Örneğin Eski Yunanlılar, bu türden nitelik kazanmış Mısır ve Mezopotamya biliminde yeterince yararlanmışlardır. Benzer durum İslâm Dünyası için de geçerlidir. Onlar da Eski Yunanın klasikleşmiş bütün bilgilerini almaktan çekinmemişlerdir. Daha sonraki dönemler için de bu durum örneklenebilir. Öte yandan bu yüksek düzeyli kültürel ilişkiler bilimin uluslararası niteliğini kanıtlayan örnekler olması bakımında da dikkat çekicidir.

1-2-34

Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 3

Bilimsel bilgi aynı zamanda genel geçer bir bilgidir. Ancak bu genel geçerliği mutlak anlamda anlamamak gerekir. Çünkü ne denli sağlam olursa olsun, bir bilgi belirli koşullar içerisinde incelenmiş, sınanmış ve geçerliliği saptanmış bilgidir. Böyle olunca da bu bilginin o koşullar değiştiğinde, yeniden revizyon edilmesinin, bir anlamda yeni duruma, eğer uyarlanabiliyorsa, uygun hale getirilmesinin gerekliliği de açıktır. Bilimin genellik niteliğini elde etmesi de aslında bu yoldan olur. Çünkü her düzenleme veya iyileştirme sonucunda bilgiyle doğa arasında daha rasyonel ve daha reel bir yakınlaşma olmaktadır. Doğa biraz daha ayrıntılı kavranabilmektedir.

Bu durum ise bilimin ilerleyen ve yığılan yönlerinin bulunduğunu göstermektedir. Ancak, buradaki yığılganlığın kesintisiz, aralıksız bilgi yığılması yerine, bir süre yığılan bilginin zaman zaman yeniden elden geçirilerek temelden değişme ve dönüşmelere yerini bırakabilmesi biçiminde bir süreli yığılma olarak düşünülmesi doğru olur.  Bilim tarihi bunun pek çok örneğini bize sağlamaktadır. Aristoteles'in hareket kuramı bütün Ortaçağ boyunca -doğu ve batı dünyasında- ve daha sonra modern dönemin başlarında Galileo tarafından önemli değişimlere uğratıldıktan sonra, elde edilen bilgi yığını Newton tarafından köklü bir değişim ve dönüşüme uğratılmıştır. Elbette bu noktada ulaşılan bilgi düzeyi, doğayı daha ayrıntılı tanımlamayı ve anlamlandırmayı olanaklı kılmaktadır. Eylemsizlik ilkesi aracılığıyla Dünyanın yani ağır bir nesnenin hareket edebileceği anlaşılabilmiştir.

Bilim aynı zamanda ele aldığı konuları bir bütünlük içinde ve geniş kapsamlı bir yaklaşımla ele alır. Bundan dolayı da sistemli ve tutarlı bir bilgidir ve bu nedenle doğru çıkarımlara ve akıl yürütmelere olanak tanır.  Bu yönü bilimsel bilginin kuramsal boyutuna dikkat çekmektedir. Newton programının yaklaşık iki yüz yıllık bir dönem boyunca kendine üstünlük sağlamasının temel nedeni de onun sağlam ve tutarlı bir kuramsal yapıya oturtulmuş olmasındandır. Bilime bunu sağlayan ise, onun doğada birçok düzenliliğin olduğu sayıntısmdan hareket etmesidir. Homo Sapiens türünün ortaya çıkmasından beri insanoğlu hayatta kalabilmek için bu düzenliliklerden yararlanmıştır. Gü­neş ve Ay periyodik olarak hareketlerini tekrar ederler. Gece ve gündüz insanın temel ritmini oluşturmaktadır. Mevsimler de hayvanların göçlerini belirleyen bir düzenliliği içermektedir. Bu düzenlilikler olgu bilgisinin birikmesine yardımcı olmuştur. Bu nedenle bilimin basit anlamda doğa dünyasının bilgisi olarak tanımlanması yaygın bir kanaat olmuştur. Ancak elbette ki bilim yalnızca bu düzenlilikten oluşmamaktadır. Aynı zamanda çağlar boyunca izlenmesi gereken etkin bir süreçtir.

Yaklaşık 4000 yıl önce ilk bilimsel etkinliklerin yer aldığı bilinen Mısır ve Mezopotamya'da bu etkinliği bütünüyle pratik amaçlar yönlendirmekteydi. Bu temel tutuma bağlı olarak en önemli gelişme de uygulamalı astronomi ve arazi ölçümlerinde kullanılan temel geometri alanlarında gerçekleşti. Babil'de ise ticari aritmetik daha fazla ilerlemişti. Bu durum bütünüyle toplumsal yapıya koşutluk göstermekteydi ve yapılan çalışmalar öylesine iyi düzenlenmiş ve kaydedilmişti ki, bu uygarlıklar yoğunluklarını kaybettikten uzun yıllar sonra bile etkinliklerini sürdürebildiler.

Bugün Mısırlıların mühendislik alanındaki en görkemli başarılarının dev piramitler ve sfenksler olduğunu biliyoruz. Bu yapıtlar temelde geometri bilgisini gerektirirler. Nitekim Mısırlılar da kenarları 3, 4 ve 5 birim olan bir üç­gende en uzun kenarın karşısındaki açının dik açı olacağını biliyorlardı. Bu son derece yararlı bir bilgidir ve özellikle Mısırlılar bu bilgiyi çok sık kullanmak durumundaydılar. Çünkü Nil nehri her yıl taşıyordu. Bu taşma sonucu büyük bir alan sular altında kalmakta ve önceden sınırları çizilmiş araziler tahrip olmaktaydı. Arazilerin yeniden sınırlarının çizilmesi için geometriye gereksinim olmaktaydı. Mısır ve Mezopotamya'da geometrinin en çok gelişen bilim dalı olmasını bu olgu bir ölçüde de olsa açıklamaktadır.

Nil nehri aynı zamanda Mısır astronomisinin gelişiminde de önemli rol oynamıştır. Çünkü Mısırlılar bu taşmanın Güneşin görünen hareketiyle ve konumuyla da yakından ilgili olduğunu anlamışlardır. Dolayısıyla Güneşin hareketlerini izlemek gereksinimi duymuşlardır. Aynı zamanda göksel nesnelerin dinsel bir anlamının olması da insanların bu nesnelerin hareketlerini ve konumlarım izlemeye yöneltmiştir. Bu nedenle Mısırlılar ve Babilliler Güneş, Ay ve yıldızların hareketlerini düzenli olarak kaydetmişlerdir. Özellikle Babillilerin kayıtları çok uzun dönemleri kapsamaktaydı ve çok sistematikti. Bu yüzden gelecekte ne zaman Güneş ve Ay tutulması olacağını kestirebilmişlerdir. Bu çaba insanların çok eskiden beri doğada bir düzenliliğin olduğu inancına dayanmaktadır. Nitekim uzun süre göksel nesnelerin görünen hareketleri gözlenmiş ve kaydedilmiş, sonuçta doğadaki düzenlilik keşfedilmiş ve bu nesnelerin gelecekteki konumları kestirilebilmiştir.

Bilim tarihinin açığa çıkardığı diğer bir husus da, bilimsel bilginin belli bir alanı, uygun bir araştırma ve doğrulama yönteminin bulunduğudur. Gerçekte bugün bizim bilimden kastımız da amacı insan, doğa ve evrene ilişkin olayların nedenlerini, birbirleriyle olan bağıntılarını bulan, geneîleştiren, kuramsallaştıran ve bu kuramsal bilgi yardımıyla sonradan oluşacak olayların nasıl ve ne zaman ortaya çıkacağını saptayan bir etkinliktir. Böylece betimleme ve açıklama gibi iki temel aşaması bulunduğu anlaşılan bilim, aynı zamanda bütün bunları gerçekleştirmek için de nitelikleri belli bir yöntem dahilinde hareket eder. Bilimsel yöntem adı verilen bu yöntemin özü de betimleme ve açıklamanın nasıl ve hangi yollarla yapılacağını belirleyen ve bilimsel bilgiye temel karakteristiğini veren bir dizge olmasıdır.

Bilimsel yöntem kavramı hem bilimsel düşünme, hem de bilimsel araştırma yöntemini içermektedir. Bilimsel düşünme yöntemi olarak bilimsel yöntem, akıl yürütme şekillerini içeren zihinsel bir etkinlik, bilimsel araştırma yöntemi olarak bilimsel yöntem ise, bir araştırmada izlenecek aşamaları ve düzeyleri içeren bir süreçtir.

Ancak bilimsel yöntemin tarihine baktığımızda, bu anlamda bir yöntemin ortaya konulmasının hiç de kolay olmadığım ve uzun bir süreç sonucu gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Nitekim pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da ilk olma şerefini elinde barındıran Aristoteles'ten başlamak üzere, Roger Bacon, Francis Bacon, Rene Descartes, john Stuart Mili gibi pek çok kimse doğrudan doğruya bilimsel yöntem konusunda çalışmışlardır. Ancak bunun yanında Galileo ye Newton gibi bilim adamları ise çalışmalarıyla dolaylı olarak katkılarda bulunmuşlardır.

Bilimin yöntemine gösterilen ilgi, aynı zamanda bilim tarihinin, bilginin hangi aşamalardan geçerek, bugün bilim dediğimiz bilgi türünün oluştuğunu, bilime ne zaman ve ne gibi katkılar yapıldığı, elde edilen bilimsel sonuçların uygulamaya nasıl geçirildiklerini ve bunların insan yaşamında ne gibi değişikliklere neden olduğu konularım da bilim tarihinin ele alması gerektiğini göstermektedir.

Ayrıca bilim tarihi, bir toplumun bilime katkı yapacak bir düzeye getirilebilmesi için neler yapılması gerektiğini somut örneklere dayanarak göstermeye çalışır. Bu anlamda bakıldığında tarihin çeşitli dönemlerinde, bazı bölgelerde, gerçekten bir altın çağ yaşandığı, bazen karanlık bir döneme girildiği, bir çökü­şün yaşandığı görülmektedir. Bilim tarihi, bilgi birikiminin artışı ve azalışı ile, toplumun ilerleyişi ve gerileyişi arasında tam bir paralelliğin olduğunu göstermiştir. Farklı dönemlerin siyasi ve ekonomik durumlarını, felsefelerini, dünya görüşlerini inceleyerek bilimin gelişme veya gerilemesine neden olan düşünce ve davranışları saptamak ve bu yolla geleceğe ışık tutmak mümkündür.

Bu anlamda örneğin Türklerin düşünülenin aksine yüksek düzeyli kültür yaratan bir ulus olduğunu kanıtlamanın tek yolu geçmişte ölümsüz yapıtlar verdiklerini ve bugün de vermeye devam ettiklerini göstermekten geçer. Bu nedenle tarihimizin en az bilinen alanlarından biri olan Türk Bilim etkinliğinin ayrıntılı bir şekilde ve tarihe mâl olmuş yapıtlarını gün ışığına çıkaracak ciddi çalışmalar yapılarak incelenmesi bugün bir zorunluluk haline gelmiştir. Bunun için özellikle de uluslararası niteliği olan ve bu bakımdan dünya bilim ve kültür topluluklarını etkileyip, yönlendiren büyük kültür merkezlerini ve bu niteliklere sahip bilim adamlarını kendi bilim tarihimiz açısından niteliği yüksek çalışmalarla aydınlatıp, yönlendirmemiz gerekir.

Bu anlamda Bilim Tarihi, kültürün, özellikle de entelektüel kültürün en temel bileşenidir ve başta bilimsel düşünüş olmak üzere, insanın bütün zihinsel etkinliklerinin tarihsel serüvenini içermesi bakımından ayrıcalıklı bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan bilimsel, kültürel ve siyasi boyutlar içermektedir. Çünkü bir ulusun kendi tarihinin görkemini görmek ve göstermek için baş vuracağı en iyi alanlardan birisi bilim tarihidir. Bu bakımdan uluslar hem genel hem de kendi bilim tarihlerini ve dolayısıyla da tarihte yakalamış oldukları başarıları gün ışığına çıkarabilmek için bu alanda önemli ve köklü çalışmalar yapmak zorundadırlar. Ancak kuşkusuz ki, bir ulusun entelektüel anlamda başarılarını bilim tarihi yoluyla ortaya koymak, en iyi yollardan biridir, fakat tek yol değildir. Hem bilim tarihinin düşünsel temellerinin kurulmasında, hem de bilimsel etkinliğin anlaşılıp, açıklanmasında felsefi etkinliğin tarihsel boyutunun sağladığı verilere dayanmak da gerekmektedir.

Bilim ve felsefenin teknik olamayan tanımlarına baktığımızda, bu durumu daha iyi görmemiz olanaklıdır. Bilim, kısaca insanı, doğayı ve evreni anlamak ve açıklamak çabası olarak tanımlayabileceğimiz üst entelektüel bir uğraştır. Bu durum felsefe için de aynen geçerlidir. Bundan dolayı bu iki disiplin, zaman zaman iç içe geçmiş olarak, zaman zaman da birbirlerini etkileyerek ancak iki bağımsız disiplin olarak var olagelmişlerdir. Nitekim tarihsel sürece bakıldı­ğında, özellikle Antikçağ'da bu iki disiplini birbirinden ayırmak neredeyse ola naksızdır. Çünkü bu dönemde filozof olan aynı zamanda bilim adamıdır da; yada tersi. Ancak modern çağda uzmanlaşma kavramının ön plana çıkması ve sorudan çok yanıtın önemsenmesiyle birlikte bilim ve felsefe arasındaki birliktelik bilim lehine bozuldu. Ancak felsefe de amacı bilimsel bilgi vermek olmayan, fakat bilimin yöntem ve kavramları üzerine mantıksal ve felsefi açıklamalar yapmak olan bir entelektüel uğraş olarak kendisini adeta yeniden kurdu ve bu kez daha sınırlı bir ad altında, "bilim felsefesi" olarak varlığını sürdürmeye devam etti. Öyle ki bu uğraş günümüzde yoğun olarak sürmektedir.

1-2-3-4

Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 4

Buna karşılık bilimin zaman içerisindeki gelişiminin sistemli bir biçimde ortaya konulmasını amaçlayan bilim tarihi ise konu, kavram ve yaklaşım bakımından daha çok felsefeye yaklaşmaktadır ve bu bakımdan o felsefi boyutları gerektiren ancak yöntem açısından bilime yaklaşan ve bundan dolayı disiplinler arası bir çalışmayı zorunlu kılan bir bilim dalıdır. Bu yapısı gereği doğal olarak felsefeyle etkileşimi en fazla olan disiplindir de. Öyle ki günümüzde adeta felsefe olmadan yapılan bilim tarihinin kör, bilim tarihi olmadan yapılan felsefenin ise boş bir girişim olduğu düşüncesi ön plana çıkmıştır. Böylece başlangıçta bilim ve felsefe arasında kurulan birliktelik günümüzde bilim tarihi ve felsefe arasında ve daha da yoğun bir biçimde yeniden kurulmaktadır,

Bilim felsefesi, tarihsel süreç içerisinde bilimin ne şekilde geliştiğini izlemek yoluyla bilimi ve bilimsel bilginin temel niteliklerini kavramayı hedefleyen bilim tarihinin yaklaşımından farklı olarak, bilimi kavram, yöntem ve ürettiği bilginin niteliği açısından ele alarak da incelemeyi hedefleyen bir uğraştır. Bilimde yöntem ya da bilimsel yöntem kavramaları da bu bağlamda daha çok bilim felsefesine yönelik çalışmaların adlandırılmasında kullanılan kavramlardır. Bilimde yöntem çalışmaları doğrudan doğruya bilimsel bilginin temel ayırt edici karakteristiklerini belirleyerek bilimsel bilginin diğere bilgi türlerinden olan farklılığını ortaya koymaya çalışan bir uğraştır. Bu bakımdan bu uğraşın da tarihsel süreç içerisinde geçirdiği aşamaları incelemek gerekmektedir. Çünkü bugünkü anlamıyla bilim ya da bilimsel bilgi anlayışının ortaya çıkmasının da bir geçmişi söz konusudur.

Bilim felsefesi, diğer felsefe dalları arasında nispeten geç gelişmiş olmasına karşın, hem felsefe hem de bilimsel çalışmalar üzerinde en fazla etki bırakmış olanıdır. Bunu felsefeden çok bilime ve onun tarihsel süreç boyunca üstlendiği ya da ona yüklenen niteliklere bağlamak yanlış olmasa gerek. Çünkü bilim bü­tün eleştirilere karşın, aynı zamanda standardı koyan, başka bir deyişle başlı başına bir ölçüttür. "Bilimsel olmak" ya da "bilimsel verilere göre..." gibi nitelemelere dayanan belirlemeler bu gerçeği dile getiren açık kanıtlardır. Bilim felsefesinde verilen pek çok başarılı yapıt da bunun diğer bir açık delilidir.


Ülkemizde de problemin ortaya konulması ve güncel konuma sokulması tamamen doğal koşullardan kaynaklanmamakla birlikte, yoğun ilgi çekmesi de yine bilimin yapısı ve standart koyucu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bilimsel olmak, deyim yerindeyse, başlı başına bir marifet kabul edilmektedir. Oysa ki çok güvenilir bir bilgi olarak kabul edilen bilimin de, kuram, olgu ve yöntem bakımından pek çok güvenilir olmayan boyutları, başka bir deyişle karanlık ve tartışmalı noktaları bulunmaktadır.

Bilim felsefesinin günümüzdeki gelişimini ve yaygınlığını besleyen diğer bir etmen de çağdaş dünyanın bilim tasarımının değişmiş olmasıdır. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında bilime yönelik geliştirilmiş olumlu tavır, günümüzde daha çok bilimi olumsuzlamaya yönelik bir kampanyaya dönüşmüştür. Bunun elbette çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenleri, bilimin doğasında barındırdığı dinamizm, sağladığı güven ve kriter koyucu yapısının, diğer entelektüel uğraş taraftarlarınca kendi alanlarına uygulamak kaygısı yanında bilimsel zihniyete karşılık geri kalmış düşünce anlayışlarını savunulur yapabilmek çabası olarak sıralayabiliriz.

Tarihsel süreç içerisinde bilim felsefesinin gelişimine baktığımızda, bu etkinliğin yapılan tanıma göre farklılaştığını görmekteyiz. Bugün için filozoflar ve bilim adamları bilim felsefesinin niteliği, kapsamı ve yöntemi konusunda anlaşamamaktadırlar. Ancak yine de kaba bir sınıflandırmaya gitmek olanaklıdır. Buna göre bilimle ilgilenen filozoflar üç gruba ayrılırlar; birincisi, bilimin tanımladığı dünyanın, gerçek dünyayla bir ilişkisinin olup olmadığının net bir belirlenimini vermeye çalışanlardır. Bu türün en güzel örneği 17. yüzyılda ortaya konulan ve dünyanın büyük bir makine ya da benzeri bir şey olduğu ayrıntısıdır. Filozoflar bu sayımının bir sınırının olup olamayacağını sorgulamaya başladılar. Çünkü böyle bir sayıntı kabul edildiğinde, bütün varlık alanlarının da bu sayıntıya uygun olarak açıklanabilmesi bir zorunluluktur. Aksi halde sayıntı nesnelliği olmayan basit bir fanteziden ileri geçemez. 17. yüzyılın ünlü filozofu Descartes (1596-1650) böyle bir sayımının temsilcisidir ve kendisi mekanik felsefenin dünya tasarımının her hangi bir sınırlamaya tâbi tutulama yacağını savunmaktadır. Çünkü ona göre, başta her türlü duyum olmak üzere, bütün insan davranışlarının, ısının, mekaniğin ve özellikle de devinimin, ışığın, renklerin vb. bütün bilim konularının mekanik felsefeyle açıklanabilmesi ola naklıdır.

ikincisi ise bilime ve bilimsel uğraşlara felsefî ilgi duyanlardır. Burada söz konusu olan farklı bilimlerin ya da bilimsel konuların bireysel analiziyle ilgili özel kavramların keşfedilmesine yönelik çalışmalardır. Bunun bilim tarihindeki en güzel örneği George Berkeley'in Newton'un devinim kuramıyla ilgili sorgulamasıdır. Berkeley'e göre, Newton'un devinim kuramı genel anlamda açıklayıcılıktan uzaktır ve onun mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarım ampirik olarak temellendirmek olanaklı değildir. Berkeley'in belirlemesinin tamamen doğru olduğu açıktır. Çünkü mutlak uzay ve zaman zaten metafizik kavramlardır ve Newton'un kendisi de bu konulan temellendirememiştir.

Üçüncüsü ise, bilimsel etkinliği, onun genel özelliklerinden ve karakteristik formlarından soyutlayarak, kendi başına betimlenmesiyle uğraşan filozoflardır. Bu üçüncü ilgi türü, bilim adamlarının kendi çalışmalarında kullanmadıkları, ancak filozoflarca bilim adamının ne yaptığını betimlemek için kullandığı kavramların analizini gerektirmektedir. Çünkü bu yaklaşımı benimseyenlere göre bilim adamları fenomenlerin oluşumunu açıklamaya ve kuramlarını doğrulamaya, filozoflar ise açıklama, doğrulama ve kuram kavramlarını açıklamaya dayanırlar. Felsefenin genel niteliğine dayanarak yaklaşımlarını temellendirdikleri anlaşılan bu grubun asıl belirleyici özelliği, çağdaş bilim felsefesinin de temel dayanaklarını oluşturuyor olmasıdır.

Bu nedenle bilim felsefecisinin temel görevlerinden biri, bilimin genç anlamlarının ayrıntılandırılmasım sağlamaya çalışmaktır. Yani gerçekte bilim olanla bilim olmayanın ayırdedilebilmesi için konuyla ilgi temel kavramların net olarak belirlenmesi gerekir. Bu anlamda bilim felsefesi, bilimin kendisinden sonra ikinci bir kıstas oluşturacaktır. Buna göre bilim felsefecisinin yanıtlaması gereken sorular şunlardır:

1. Bilimsel araştırmayı diğer araştırma türlerinden ayıran karakteristikler nelerdir ?

2. Bilim adamları araştırdıkları konularda nasıl bir prosedür izleyeceklerdir

3. Bir bilimsel açıklamanın doğru olması için hangi koşullar yerine getiril
melidir ?

4. Bilimsel kanunların ve ilkelerin bilişsel (cognitif) durumu nedir ?

Gerçekte bilim felsefesi çok büyük oranda düşünsel (reflective) bir etkinliktir. Öncelikle somut bilimsel başarılarla başlar ve daha sonra bu başarıları kapsayan anlatımlar, kavramlar ve yöntemleri inceleyerek iler. Bu belirleme filozofların çalışmalarının bilimsel gelişmeler üzerine hiçbir katkısının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü bazen felsefi spekülasyonların da yeni kavramların ve yöntemlerin yaratılmasına yol açtığı olmuştur. Gerçekte, bilimlerdeki devrimci oluşum dönemleri boyunca, bilimsel ve felsefi etkinlikler arasındaki farkı belirlemek kolay değildir. Örneğin, Einstein'ın eş zamanlılık kuramının analizinde olduğu gibi, böyle durumlarda bilim adamı da filozof kadar kavramsal analizle ve temel problemlerin değerlendirilmesiyle meşgul olmuştur. Felsefenin bir düşünsel etkinlik olduğu gerçeği göz ardı edilmemek koşuluyla, modern felsefenin büyük döneminin -Descanes'tan Kant'a (1724 -1804) kadar- 16. ve 17. yüzyıllar bilimsel devrimi ve özellikle de Isaac Newton tarafından oluşturulan sentez uzun uzadıya düşünceye bağlıdır.

Yirminci yüzyılın başlarında bu çabayı yoğun olarak gösteren bilim adamı ve düşünürler daha sonra Viyana Çevresi adıyla bir okul haline gelmiş ve yukarıda belirtilen yeni bilimsel gelişmeleri de kapsayacak şekilde, mantıkçı pozitivizm adı verilen bir yaklaşım gerçekleştirmişlerdir. Bu akımın ilk temsilcisi fizikçi ve filozof olan Ernest Mach'tır. Daha sonra bu yüzyılın ilk yarısında Rudolf Carnap, Herbert Feigl, Cari Hempel, Ernest Nagel ve Hans Reichenbach tarafından geliştirilmiştir.

Böylece özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda ortaya çıkan gelişmelerin filozoflara sağladığı bilimsel bilginin temellerini, bilimsel açıklamanın niteliğini ve dünyanın bilimsel görünümünün yeterliliğini sorgulama gücü asıl anlamlı çıkışını, 19.yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında gerçekleştirmiş ve artık bilim felsefesi adı verilen bir felsefe dalı herkesçe kabul edilmeye başlanmıştır.


KAYNAKLAR

Armağan, ibrahim, Bilimsel Yöntem, İzmir, 1983.
Bacon, Nem Organon, Ed. Fulton H. Anderson, New York, 1960.
Bacon, Novum Orgunum, Çeviren: Sema Önal AKKAŞ, Ankara, 1999.
Fındıkoğlu, Metodoloji, İstanbul, 1945.
Gökberk, Macit Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980.
Hail, Rupert A., The Revolution in Science 1500-1750, London, 1985.
Knowles, W.E., Middleton, The ScientifıcRevolution, Cambridge, 1963.
Koyre, Alexandre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, İstanbul, 1989.
Lindberg, David C. The Beginnings ofWestern Science, Chicago 1992.
Sayılı, Aydın, "Bilim Tarihi Perspektifi içinde Bilgi ve Bilim", Bilim Kavramı Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1984.
Singer, Charles, Scientifıc Ideas, London, 1960.
Tekeli, S.-Kahya, E.-Dosay, M.-Demir, R.-Topdemir, H.G.-Unat, Y., Bilim Tarihi, Ankara, 1997.
Topdemir, Hüseyin Gazi, "Francis Bacon'ın Bilim Anlayışı", Felsefe Dünyası, 30, 1999.

1-2-3-4

Antik Yunan’da bir Tragedya örneği olarak Antigon - 1

Hacı Mehmet BOYRAZ

Gediz Üniversitesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi


Özet

Antik Yunan tragedyasının önemli isimlerinden Sofokles tarafından yazılan Antigon, elindeki otorite ile kişilerin duygularını dahi kontrol etmeyi amaçlayan bir tiranın ve o tirana ilahi kudretin vermiş olduğu dirayetle başkaldıran bir kadının hikâyesidir. Dört ana başlıkta toplanabilecek çatışmaya maruz kalan Antigon’un durumu bugün modern insanın da içinde bulunduğu durum ile örtüşmektedir. Bu ekseriyette, çalışma boyunca bir Antik Yunan dönemi tragedyası olan Antigon incelenmektedir.

Giriş

Tragedya kahramanına uygun bir şekilde davranarak kendi etik değerini sonuna kadar savunan Antigon’un değerlendirildiği bu çalışmaya ilk olarak tragedya tanımı ile başlanmış, ardından Antik Yunan’ın önemli filozoflarından Sofokles’e dair bilgi verilmiştir. Akabinde eserdeki kişiler ve eserin olay örgüsü açıklanmıştır. Çalışmanın temel argümanı Antigon’un asırlar öncesinden bugüne vermek istediği mesajlar ve günümüze yansımalarıdır.

Antigon isimli tragedya oyununun üzerinden asırlar geçmesine rağmen farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Fransız yazar Anouilh II. Dünya Savaşı sırasında yazdığı Antigone adlı oyunda Antigon’un isyancı ruhu ile Hitler’e karşı oluşan direnci işler. (1) Yazar burada Hitler istilası ve Philippe Petain idaresindeki Vichky hükümetini hiciv eder. Oyunda, Antigon’un otoriteye karşı gelerek kardeşini gömmek için gösterdiği çaba, aynı zamanda Hitler diktatörlüğüne karşı girişilen bir eylem olarak da yorumlanabilir.

Hiç kuşkusuz Antik Yunan tragedya türünün şaheserleri arasında yer alan Antigon isimli tragedya çalışmasında Sofokles’in temel argümanı temel Antigon’un inancı ile Kral Kreon’un akıl ve düzene verdiği önemin çatışmasıdır. Bu çatışmadan galip çıkan ise Antigon’a dünyevi otoriteye meydan okuma gücü veren ilahi gücün zaferi olmuştur.

Tragedya nedir?

Sofokles’in bu önemli eserinin bir tragedya çalışması olmasından ötürü eser incelemesinden önce tragedyanın ne olduğunu bilmek de yarar vardır.

“Tragedya”, etimolojik olarak, Yunanca “tragoidia” sözcüğünden gelmektedir. “Tragos” keçi, “oidia” ise ezgi anlamında kullanılır. Böylece, tragedya “keçi ezgisi” anlamına gelir. Sözlükteki anlamı itibariyle tragedya, ciddi ve hüzün verici karakterlerden kurulu ve sonu kötü biten bir dramatik yapıt örneğidir. İlk örnekleri antik Yunan edebiyatında (M.Ö. 6. yy) görülen tragedya, seyircide acıma ve korku duyguları uyandıran ve kendine özgü kuralları olan bir oyun türüdür.

Tragedya, eski Yunan ve Latin edebiyatlarının taklit edildiği ve Klasizmin etkili olduğu 17. yüzyılda, özellikle Fransa’da yeniden canlanmış ve bu canlanma 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. (2)

Sofokles ve Antigon

M.Ö. 496 – 406 yılları arasında Atina’da yaşamış olan Sofokles, daha hayattayken yazar olarak saygı görmüş önemli bir filozoftur. Salamis ve Plataiai Savaşlarına tanıklık etmiştir. Atina’nın politik ve kültürel yükselişi Sofokles’in sanatsal anlamda doruğa ulaştığı yılladır. Sofokles, dönemin önemli isimlerinden Perikles ile kurmuş olduğu bağ sayesinde önemli toplantılara katılma fırsatı bulmuştur. Her biri Atinalıların büyük beğenisini kazanan toplam 123 oyunundan günümüze yalnızca 7 tragedya ve bir satir oyunu kalan Sofokles’in, bu eserlerinin 100’ünü elli yaşından sonra yazdığı tahmin edilir. Bugün elimize ulaşan eserlerinden en bilinen ikisi Kral Oidipu ve Antigon’dur.

Nasıl ki Aiskhülos tragedyaya derin anlam, dilin ve müziğin gücü gibi katkılarda bulundaysa, Sofokles’in de tragedyaya en büyük katkısının karakter tragedyası yaratmak ve eylemi yoğunlaştırmak olduğu söylenebilir ama Aiskhülos’tan farklı olarak Sofokles’in elinde tragedya eski oratoryo formundan uzaklaşır. (3) Sofokles’in kendi tragedya yazarlığında kabaca üç aşama tanımladığı söylenir: (4)

1. Aiskhülos’u taklit dönemi (Tragedya yazarlığına giriş)

2. Yeni arayışlar (Seyircideki duygular nasıl uyandırılır?)

3. Derinleşme (Karakterler ve tragedya yazınında sadelik, anlamlılık.)

Sofokles tarafından M.Ö. 411 yılında tragedya şeklinde yazılan Antigon, Kral Oedipus ile başlayan tragedya üçlemesinin son oyunudur. Bazı kaynaklar Antigon’un bir efsane olduğunu ve Sofokles’in tragedyasına bu efsaneyi konu olarak aldığını iddia ederken diğer kaynaklar da Antigon’un Sofokles tarafından kurgulanmış bir oyun kişisi olduğu üzerinedir.

Antigon’da Kişiler

· Antigon (ana karakter),

· İsmene (Antigon’un kız kardeşi),

· Kreon (Thebai’nin Kralı),

· Eurüdike (Kreon’un karısı),

· Haimon (Kreon’un oğlu) ve

· Teiresias (kör kâhin).

Antigon’da Olay Örgüsü

Sofokles’in Antik Yunan’daki siyaset ve toplum ilişkisini incelediği bu eserin olayı Antik Yunan mitlerine göre, bir zamanlar Kadmon tarafından öldürülen bir ejderin dişlerinden vücuda gelen ve savaş arabalarıyla ünlü olan Thebai’de meydana gelmektedir. Oedipus doğduğunda, bir kâhin, onun babasını öldürüp annesiyle evleneceğini söyler. Bu sebepten Kral olan babası Laios bebek Oedipus’u uzaklara gönderir. Günü geldiğinde Oedipus, yaptığının farkında olmayarak babası Laios’u öldürür ve annesi Iokaste’yle evlenerek ülkesinin kralı olarak taç giyer. Bu evlilikten iki erkek (Eteokles ve Polüneikes) iki de kız (Antigon ve İsmene) dünyaya gelir. Sonra, birden Oedipus’un hüküm sürdüğü Thebai kenti, ardı arkası kesilmeyen felaketlere tanık olmaya başlar. Oedipus’un gerçek kimliği açığa çıkınca Iokaste kendini asar ve Oedipus da gözlerini oyarak kendini kör eder.

“Oedipus oğulları ülkeyi idare edecek hale gelene kadar Thebai’de kalır; ardından kızı Antigon’un yardımıyla Kolonos’a gider. Ancak oğulları arasında gelişen husumetler yeni bir kehanet doğurur: Oedipus’un gömüldüğü yer bilinmezse kardeşlerin büyük bir felaketle karşılaşacağı ilan edilmiştir. Eteokles ve Polüneikes kendi çıkarları için babalarını kullanmaya çalışırlar, Oedipus ise buna izin vermez. Oğulları kendisini zorla Thebai’ye getirtmeye kalkınca onlara beddua okur. Daha sonra huzur içinde ve kendi topraklarından uzakta ölür.” (5) Tahtın varisi olan Eteokles ve Polüneikes ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye sözleşseler de bir süre sonra aralarında husumet başlar.

Polüneikes ve Eteokles arasındaki taht kavgasını Eteokles kazanır ve kardeşi Polüneikes’i Thebai’den sürer. Ülkeden sürülen Polüneikes, tahtı elde edebilmek için Argos Kralı’nın kızı ile evlenir ve Argos Kralı’nı Thebai’ye saldırmak için ikna eder. Argos Kralı’nın altı kumandanını da yanına alan Polüneikes, Thebai’nin yedi kapısının önüne dikilir. Hakkı olan tacı istediğini ilan ederek kardeşini savaşa çağırır. Aiskhylos’un “Thebai Önünde Yedi Komutan” (M.Ö. 467) tragedyasına konu olan bu savaşta kardeşler birbirlerini öldürürler. Her biri ötekinin katili olur. Bu durumda Oidipus’un annesiyle olan lanetli evliliğinden geriye sadece kız çocukları olan Antigon ve İsmene kalır. Bu durumda tahta bir erkeğin geçmesi gerekli olduğundan ölülerin en yakın akrabası olarak dayıları Kreon yeni Kral olur.

Kreon’un göreve geldikten sonra yaptığı ilk iş Eteokles’in teamüllere göre gömülmesini emrederken; Polüneikes’in gömülmesine dahi izin vermemek olur. Bunun sebebini eserin ilgili şu pasajında görebiliriz.

- Kreon: “Oidipus’un oğullarıyla ilgili verdiğim kararların esas kaynağı devlet içerisinde isabetli kararlar almak içindir. Devletin birliğini ve dirliğini korumak içindir. Anayurdu için dövüşmüş ve şehit düşmüş olan Eteokles ayinlerle toprağa verilecektir. Buna karşılık Argos’taki sürgün yerinden dönerek atalarının ülkesini ve tapınaklarını yakıp, yıkmaya çalışan kardeşi Polüneikes ise devletin birliğini ve dirliğini bozmaya çalıştığından ötürü cesedi gömülmeden kurtlara ve akbabalara yem edilecektir.”

Kreon’un bunu yapmasının sebebi Antik Yunan’daki bir inanışa dayanır. Bu inanışa göre, ölüler ritüeller eşliğinde gömülmezlerse ruhları yeryüzünde dolaşmaya devam ederek azap içerisinde kalacaklardır. Ölen iki kardeşin kız kardeşi olan Antigon’un hikâyesi de işte burada başlar. Kreon’un buyruğuna uymayanın cezalandırılacağını bile bile Antigon kardeşi Polüneikes’in cesedini gömmek ister ve bu konuyu kız kardeşi İsmene’ye açar. Antigon’a nazaran İsmene, Kralın ya da bir başka ifadeyle devletin emirlerine karşı gelemeyeceğini, ayrıca kadın olduğu için daha güçlü olan erkeklerin emirlerine boyun eğilmesi gerektiğini söyler ve ona yardım etmekten geri durur. Antigon kız kardeşi İsmene’nin bu cevabına hem hüzünlenir hem de sinirlenir ve cesedin yanına gider. Kapıdan çıkarken kız kardeşi İsmene, Antigon’a bu işi yaparken dikkatli olmasını ve kimseye bir şey söylememesini tembihlese de kutsal bir günahı ifa etmeye önceden hazır olan Antigon, kız kardeşine karşı şu çarpıcı ifadeyi kullanır: “Ölülere yaranmak dirilerek yaranmaktan daha iyidir”. Burada bir hususu belirtmek de yarar var. Sofokles, Sofistlerin ve Sokrates’in etkisiyle eserlerinde işlediği bireysel eğilimi İsmene’nin zayıf karakterini kullanarak Antigon’un güçlü kişiliğini ön plana çıkarır. (6)

Takip eden süreçte Antigon söylediğini yapar ve kardeşi Polüneikes’in cesedinin yanına gider ve cesedin üstünü toprakla örterek birtakım dini ritüeller ifa eder. Sabah olunca durumu fark eden nöbetçiler bu durumun Kreon’a bildirilmesi amacıyla aralarında kura çekerler ve bir nöbetçi bu durumu Kreon’a arz eder. Kreon’un cevabı ise şu şekildedir “Benim emrimi bile bile bunu yapmaya hangi erkek cesaret eder?”.

Bundan sonra gün içerisinde bazı tetkikler yapılsa da bu işin sorumlusu bulunamaz. Tabi bu sırada cesedin üzerindeki toprak da dağıtılarak tekrar açık bir şekilde çürümeye bırakılmıştır.

Akşamüzeri Antigon mezarı süslemeye gittiğinde bu sefer nöbetçiler tarafından yakalanır ve Kreon’un huzuruna çıkarılır. Antigon suçunu inkâr etmeden başını dik tutar.

Kreon ve Antigon arasında geçen diyalog sırasında Kreon’un “Benim yani devletin ilan etmiş olduğu buyruğa rağmen bu suçu nasıl ifa edebildin?” sualine Antigon şu şekilde cevap verir: “(Senin) devletinin kanunları (tanrı) Zeus’un kanunlarından daha mı yüksek?” Bu cevap üzerine dünyevi otorite ilahi otoriteye üstün gelir (!) ve Kreon yeğeni ve aynı zamanda oğlu Haimon’un nişanlısı olan Antigon’a dünyevi kurallara başkaldırması ve anarşi faaliyetinde bulunmasından ötürü zindana attırarak ölüme mahkûm eder bu sayede polis (şehir devleti) içerisindeki düzeni korumaya çalıştır.

1-2-3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP